bread

Detoks şart

Teknoloji çağında, metallerin arasında vücudumuzu da metallerin bir uzantısı sanıyor ve doğadan gitgide uzaklaşıyoruz. Oysa vücudumuz doğanın bir parçası. Detoks uzmanı Gül Kaynak (TAC ’90), sağlıklı yaşayabilmek için detoksun şart olduğunu söylüyor.

Tarsus Amerikan Lisesi mezunu Gül Kaynak aynı zamanda Tarsus Amerikan’ın efsanevi öğretmenlerinden biri olan Erdoğan Kaynak’ın da kızı. Liseden sonra babasının hayalini paylaşarak turizm okuyan Kaynak farklı iş tecrübelerinden sonra Uzakdoğu’da detoksla tanışmış. Detoksu Türkiye’ye taşıma kararı veren ve bugün birçok proje ve detoks merkezine imzasını atan başarılı detoks uzmanı, “Kendinizi seviyorsanız detoks yapmalısınız” diyor.

Erdoğan Hoca’yla başlayalım… Erdoğan Kaynak’ın kızı olarak öğrenci olmak nasıl?

Babacığım benim hayatta en çok sevdiğim, gurur duyduğum kişidir. En çok “Erdoğan Hoca’nın kızı olma” titrini seviyorum. Hayatta bugüne kadar en çok övündüğüm şey bu; çünkü sadece insanlığı yüzünden insanlar onu seviyor. Babamın evde olmadığı zamanı, babamın çocukluğumdan çaldığı zaman olarak değil; her zaman babamı babam yapan şey olarak gördüm. Bu, Tarsus yıllarımı da güzelleştirdi.

Tarsus Amerikan sonrasında da Boğaziçi Üniversitesi’ne gittiniz…

Evet, önce turizm okudum. Turizm babamın hayallerinden bir tanesiydi, hep turizm sektöründe çalışmak istemiş. Hatta üniversite öncesi otel resepsiyonunda kısa bir deneyimi olmuş. O resepsiyon anılarını hayatının en keyifli zamanları olarak anlatır. Ben de dinlediğim anılarla Turizm Otelcilik Bölümü’nde okumak istedim.

Turizm otelcilik okumak nasıldı?

Okula başladıktan sonra iki yıl okulda çok güzel vakit geçirdim. Bize hep okulun dört yıla uzatılacağını söylediler ama iki senede kaldık. Ben de bölüm üçüncüsü olunca aynı üniversitenin uluslararası ilişkiler bölümüne dikey geçiş yaptım. Turizm Otelcilik diploması aldıktan sonra 3 sene de bu bölümde okudum.

Mezuniyetten sonra neler yaptınız?

Mezuniyet sonrasında bir M&A firmasında çalışmaya başladım. Burası da ‘Merger and Acquisitions’ dediğimiz, şirket evliliklerinde danışmanlık veren yabancı ortaklı bir firmaydı. Yedi sene çalıştıktan sonra, oranın sahibiyle bir maceraya atılalım diyerek Bodrum Türkbükü’nde SPA açmaya karar verdik. Yani çok alakasız bir sektörden SPA işine girdik. Çok başarılı bir yaz geçirdim. Plazadan çıkıp, Bodrum Türkbükü’nde yalın ayaklı, pareo sarmış “Hoş geldiniz” diyen Balili kızların arasında bir yaz geçirdim.

Detoks macerası nasıl başladı?

Baktım ki bu iş bana göre, Turizm Otelciliği de çok özlemişim, o yaz Uzakdoğu’da bir detoks merkezine gitmeye karar verdim. Birlikte çalıştığım İngiliz arkadaşım, her sene en az bir iki defa oraya giderdi ve herkesten de çok genç görünürdü. Her zaman “İşin sırrı detoks” derdi. Ben de oraya gittim ve bir haftada 7 kilo verdim. Bana burada değişik beslenme biçimlerini anlattılar. Aslında çayın kahvenin insanda yağ tuttuğunu, su içmenin ne kadar yararlı olduğunu ama her suyun içilecek su olmadığını, hayvansal proteini azaltırsanız vücudunuzun nasıl gençleşmeye doğru gideceğine ilişkin çok güzel ve ilginç şeyler öğrendim. Bu söylenenleri dinlemeye karar verdim ve bu şekilde beslendim. Üç ayın sonunda bir detoks daha yaptım ve toplamda 22 kilo verdim. Bu 22 kiloyu geri alacak mıyım diye bir sene bekledim aslında. “Bu bir yoyo diyeti mi?” diye düşündüm. Ama kendimi daha iyi, yaşıma göre daha genç ve dinç hissetmeye başladım. Sonuç olarak detoks uzmanı olmaya ve yapılan bu kürü Türkiye’ye getirecek bir yol bulmaya karar verdim.

Detoksa çok inanıyorsunuz…

Evet, çok inanıyorum. Yedi yıla varan bir tecrübeye sahibim. Sekiz binin üzerinde insana, bir haftalık sıvı kürünü ve sonrasındaki hayat değişimlerini nasıl yapacaklarını, nasıl daha mutlu ve sağlıklı yaşayacaklarını ve bedenlerini kendi istedikleriyle nasıl değiştireceklerini öğretmeye çalıştım. Bu 8 sene içerisinde büyük şirketlere, okullara seminer vermeye gittim ve gitmeye devam ediyorum.

Yalnızca büyük gruplarla mı çalışıyorsunuz?

10 kişiye de 500 kişilik bir gruba da konuşma yaptım. TRT’de de sekiz hafta, bir programın içerisinde çok izlenen, çok keyif alınan bir bölümüm vardı.

Neler anlatıyorsunuz bu konuşmalarınızda ve programda?

Çoğumuz sigara ya da alkol gibi birçok şeyin zararlı olduğunu biliyoruz. Öte yandan beslenme konusunda bilmediğimiz ama iyi yapıyoruz sandığımız şeyler var. Ben okullara gittiğimde hep bunları anlatıyorum. Patates cipsi çocukların ya da hepimizin ulaşabileceği bir yiyecek ama patates cipsinin 6 ay raf ömrü var. Ancak patates kızardıktan sonradoğal koşullarda 6 ay bozulmadan duramaz. Yani siz “16 günlük patates yemeğim var” deyip de onu misafirinize ikram etmezsiniz. Gıda, ürüne dönüştüğü zaman raf ömrünü yükseltmek için, üreticinin yaptığı bazı şeyler var. Onlar da kötü insanlar değiller, amaçları kâr etmek ve ürünlerini mümkün olduğunca uzun süre saklamak.

Yeme alışkanlıklarımızda da hatalar var mı?

Hem de çok fazla var. Mesela küçükken bize herkes elinde şekerli bir şeyle geliyor. Annemiz babamız işten dönerken hep şekerli yiyecekler getiriyorlar. Şekerli gıdaları ödül olarak algıladığımız için sevgi ile bağdaştırıyoruz. Şeker bize sevgiyle verildiği için onu hiçbir zaman kötü olarak görmüyoruz. Tıpkı Mc Donalds’da yaş günü kutlayan çocuğun hiçbir zaman orayı kötü olarak göremeyeceği gibi.

Yani aslında şeker yiyerek kendimizi mutlu etmeye çalışıyoruz…

Çok zorlu bir gün geçirdiğinizde ama bundan dolayı sırtınızı sıvazlayıp “Aferin, çok güzel yaptın” diyen biri yoksa ve kimse “Seni seviyorum” demiyorsa, belki de siz o sıcaklığı fındık ezmesi kavanozunun dibinde arıyorsunuz. Ancak öte yandan biliyoruz ki şeker kanseri besliyor. Açıkçası bu çok zor bir durum, bir yerde çok ihtiyacımız olan sevgi, diğer yanda da diyabet, obezite hatta kanser gibi hastalıklar zinciri…

Buradan hareketle okul kantinlerinde satılan yiyeceklerin de kontrollü olması lazım.

Elbette. Mesela çok köklü bir okul olan İstanbul Erkek Lisesi Anaokulları’nda haftada bir gün öğretmenlere ders verdim. Sonraki hafta taze sıkılmış olmayan meyve sularının çocuklara verilmesi yasaklandı. Biz üreticilere çok güveniyoruz. Zarar verecek bir şey yapmıyordur diye düşünüyoruz. Ama üzerinde “sizi öldürür” yazan bir şeyin bakkallarda satıldığını da unutmamak gerekiyor. Hangimiz bugün örneğin kavunun üzerinde “seni öldür yazsa” gidip satın alır? Üreticiler üretimlerinden sorumlular ancak okulların da öğrencileriyle ilgili sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekiyor. Belki duymuşsunuzdur; Jamie Oliver isminde İngiliz bir aşçı var. İngiltere’de yaptığı bir kampanyayla okullardaki beslenme düzenini değiştirmeye çalışıyor ve “Okuldan mezun olduğumuzda neden sağlıklı yemek yapmayı bilmiyoruz?” diyor. Bu çok güzel bir çalışma.

Çocukların kazanması gereken alışkanlıklardan biri de su içme alışkanlığı…

Annenin çocuğa suyu sevdirmesi gerekiyor. Çoğu anne baba bu eğitimleri okula bırakıyor. Keşke okullarda bunu yapabilsek… Bunların eğitime bir şekilde yedirilmesi, su içmenin öneminin anlatılması lazım. Mesela anne-babaların da çocuklarına çok basit olarak anlatabilecekleri bir idrar testi var: idrarın rengine bakmak. Bu çocuğa çok basit şekilde açıklanabilir. “Bak yavrum, idrarının da su kadar berrak olması lazım ki vücudumuzdaki toksinleri atsın. Değilse yeteri kadar su içmiyorsun demektir” demek yeterli olacaktır.

Görsel öğeler kullanmak çocuğun daha etkin öğrenmesini kolaylaştırıyor mu?

Tabii, mesela kan testi gibi görseller çok önemli. Diğer bir örnek, bir diş bulup da onu kolanın içine attığınızda çocuk onun nasıl eridiğini görünce “Ben ne içiyorum?” diye düşünüyor. Görselliği mutlaka işin içine sokmak lazım. Brokolinin neden bu kadar faydalı olduğunu, cipsin ya da bisküvinin ölü bir yiyecek olduğunu, doğadan gelmediğini, bunların uzun süre raf ömürleri varsa yedikten sonra vücudumuzda da uzun süre kalacağını çocuklara anlatabiliriz. Önce eğitmenleri ve anne babaları sonra da çocukları eğitmek çok önemli.

Sağlıklı olmak için yaptıklarımızdan biri de dişlerimizi fırçalamak. Çocuklarımıza da bunu öğretiyoruz. Ancak burada da bir tehlike söz konusu: diş macunu.

Diş macunlarının içinde bulunan florid çok zehirli bir madde. Çocuklara da diş macununu yutmamayı öğrenene kadar macun kullanmadan diş fırçalamayı göstermek gerekiyor. Dilaltı denen bir bölge var. Burası ne koyarsanız vücudun içine giren bir bölgedir. Hatta bu nedenle dilaltı hapları vardır. Normal şekilde aldığınızda 20-30 dakikada kana karışacak olan madde, dilaltı yoluyla aldığınızda hemen kana karışır. Florid ya da boyalı bir diş macunu oraya gittiği zaman bu da kana karışıyor. En güzeli aslında karbonat kullanmak. Diş macunlarının içermemesi gereken maddeler var. Mesela Paraben, Sodyum Lauryl Sülfat (SLS), Florid, doğal olmayan tatlandırıcılar, gıda boyası… İnsanların etiket okumayı da öğrenmeleri gerekiyor. Mesela biz küçükken babam bize deodorant kullandırmazdı ve biz de üzülürdük. Halbuki ter bezlerinin olduğu bölgelerde mutlaka Parabensiz ürünler kullanmak gerekiyormuş. Ben de parfüm kullanmayı seviyorum ama asla ter bezlerinin ve tiroit bezlerinin olduğu bölgelere sıkmıyorum, hassas bölgeler bunlar.

Aslında günlük bakım için kullandığımız tüm malzemeler kana karışıyor. Bu da dikkat edilmesi gereken konulardan değil mi?

Her gün kullandığınız kozmetiklere bakmalısınız. Diş macunu, şampuan, el ve vücut sabunu, kremler… Vücuda yedire yedire kullandığımız ürünlerde kimyasal, hatta okuyamadığımız şeyler varsa, bunları kullanmamaya özen göstermemiz gerekiyor. Ben insanları sürekli olarak aktarlara yönlendiriyorum. Mesela badem yağı, hindistan cevizi yağı ya da hiçbir şey bulamıyorsanız evde kullandığınız zeytinyağına bir iki damla lavanta, yasemin esansı koyun. Her gün kullandığınız ürünleri değiştirin, organik ve sağlıklı olmalarına dikkat edin. Mesela bir ay doğal sabunla yıkanın, daha sonra alışveriş merkezine gittiğinizde o mavi ya da pembe renkteki sıvı sabunlarla ellerinizi yıkayın. Danışanlarım deterjanla ellerini yıkamış gibi hissettiklerini söylüyorlar. Deterjanlar da düşünülmesi gereken hususlardan biri. Biraz da lekeler çıkmayıversin. Çünkü o leke çıkarıyor diye kullandığımız deterjanlar çok zararlı. Bunun yanı sıra bulaşık makinelerinde bulaşıklar iyi durulanmıyor maalesef ve bardağa su koyduğunuzda köpürdüğünü görebiliyorsunuz. Ben bir kimya öğretmeninin kızı olarak daha şanslıyım; bunların hepsini kimyasal açıdan biliyorum. Ama öte yandan bu bir takıntı değil. En güzel hobi, sağlık adına bir şeyler öğrenmektir.

Detoksla kilo verdim dediniz. Detoksun bir diyet ya da hızlı kilo verme yöntemi olarak görülmesi tehlikeli bir durum değil mi?

10 sene birlikte çalıştığım İngiliz patronum bana “İnsanoğlunun öyle bir egosu vardır ki hiçbir zaman kendini yeterince zayıf ve zengin hissetmez” derdi. Amerika’daki eğitimlerde bana “İnsanları kilo vermekle yakalıyorsan, bırak öyle olsun” dediler. Buraya geldikleri üçüncü gün insanlar detoksun bir kilo verme yöntemi olmadığını görüyorlar. Öte yandan kilonun bir güzellik değil bir sağlık problemi olduğunu, “ben kilolarımla barışığım” demenin yanlış olduğunu, aslında bir kilo fazlasının bile eğer kalp etrafında yağ birikmesi yaptıysa, kalp krizine yol açabileceğini öğreniyorlar. Buraya gelen insanlar plastik şişeden su içmenin zararlarını, hayvansal proteinlerin neden eski günlerdeki gibi olmadığını, hangi yiyeceklerin birlikte yenmesinin kötü bir kombinasyon oluşturacağını, vücuda ne sürüleceğini, ne sürülmeyeceğini öğreniyorlar. Ama asıl değişim, insanların hayatlarında yapacakları minik değişimlerdir. Tamam, kişi kabızsa, burada kalın bağırsaklarını çok güzel temizler, kabızlığını atar. Ancak eğer buradan her sabah iki büyük bardak su içmeyi öğrenerek giderse, zaten biz o kişiye balık tutmayı öğretmiş oluyoruz. Önemli olan vücudu nasıl kullanacağımızı ve onu nasıl doğal yaşatacağımızı bilmek. Biz çok güzel teknolojik aletler yapıp, çok güzel metal kutularda eve gidip geldiğimiz, son hızla uçtuğumuz için birden kendimizi metallerin ya da teknolojinin bir parçası zannediyoruz. Halbuki vücut doğal.

Tabii bu durumu takıntı haline de getirmemek gerekiyor…

Takıntı ve doğru bilgilenmeyi karıştırmamak gerekiyor. Mesela insanlar öğrendikçe arkadaşlarıyla daha çok öğle yemeklerinde buluşmaya başlıyorlar. Büyük aile toplantılarını akşam değil de öğle yemeklerinde yapıyorlar. Akşamları gelen misafirlerine daha hafif yemekler ikram ediyorlar. Ben Tarsus’ta kebap kültürüyle büyüdüm; detoks uzmanı olduktan sonra da doğru yaptığımızı fark ettim: Tarsus’ta bir kebapçıya gittiğimizde kebaptan önce beş tabak yeşillik gelir. Nane, tere, biber, közde domates. Bütün yeşilliklerden sonra kebap gelir. Ama bugün İstanbul’da bana danışmak için gelen ve obeziteyle savaşan çocuklar sadece et ve ekmek kombinasyonu olan hamburger ve dürüm yiyorlar. Bunun yeşilliği nerede?

Peki, vegan olmak zor değil mi?

Öyle diyorlar ama aslında biz sebze meyve memleketiyiz. Bazen en iyi restoranlardan birine gidiyorsunuz, taze sıkılmış meyve suyu ne var diye soruyorsunuz; cevap olarak “portakal suyu” yanıtını alıyorsunuz. Neden başka alternatif yok? Biz portakal dışında meyvesi olmayan bir memleket miyiz? O nedenle de insanları eğitiyoruz, uyarıyoruz,  onlara yol gösteriyoruz. Bizim beslenme şifremiz şudur: dörtte bire dörtte üç kuralı. Bu da tabağınızı ve hayatınızı dörde böleceksiniz anlamına geliyor. Bir bölü dördüne hayatınızda her zaman yer alanları, asla vazgeçemediklerinizi koyacaksınız. Bu kebap, rakı ya da künefe gibi şeyler olabilir ama geri kalan dörtte üç sebze, meyve, tahıl ve baklagil olacak. Anadolu’da kadınlar böyle yemek pişiriyorlar. Sebze yemeğine bir avuç kıyma atıyorlar. Biz şehirde çalışan anne babalar ne yapıyoruz, devamlı et yediriyoruz çocuklara. Buraya gelen obezite hastası çocuklardan birine doktoru “Böyle giderse bu çocuk 30 yaşını göremeyecek” demiş. Anne babanın telaşını düşünün. Danışmak için geldiklerinde çocuğa ne yediğini sordum: Sabahları çift kaşarlı tost, yanında ayran; öğlen hamburger ve kola tüketiyor. Akşam da pizzacıya gidiyorlar. Aralarda da cips ve kola tüketiyor. Her gün böyle besleniyor çocuk ve bunu kimse fark etmemiş. Şimdi bu çocuktan sağlıklı olmasını nasıl beklersiniz?

Aslında bu, bir taraftan da tüketim toplumu olmakla alakalı…

Haşmet Babaoğlu bir yazı yazısında “Biz, neden bizim için üretilen lezzetli ama sağlıksız şeylerden uzak durup irademizi kullanmak zorundayız ki, neden üretici sağlıklı bir şeyler yapmak için zorlanmıyor? Yani hamburger ve patates cipsi çok lezzetli ama biz irademizi kullanarak bunları yememek zorundayız. Ama neden üreticilere daha sağlıklı bir şeyler üretmeleri ve onu piyasaya sürmeleri söylenmiyor?” diyor. Gerçekten, neden biz hep irademizi kullanmak zorundayız?

Eskiden İzmir Amerikan Koleji’nde ev ekonomisi dersleri vardı. Ne nasıl pişer, buzdolabında nasıl saklanır gibi bilgiler ve eğitimler veriliyordu. Belki de Milli Eğitim Bakanlığı’nı zorlayıp en azından belirli yaş gruplarındaki çocuklara bu tarz derslerin verilmesini sağlamak gerekiyor.

Evet, bunlar hayat dersleri ve çok önemli. Çünkü çocuğun daha küçükken ne yiyip ne yemeyeceğini öğrenmesi gerekiyor. Zararlı olduğu artık herkesçe bilinen şeyler için bilinç iyi ama bir de yararlı zannedilip zararlı olan şeyler var. Mesela süt tüketimi… Ben bunun hakkında konuşmaya başladığım zaman, insanlar genellikle söyleyeceklerimi duymak istemiyor. Hiçbir anne, hiçbir zaman sütünü tencereye sağıp 135 derece ısıtıp, kutulayıp, 4 ay sonra çocuğuna vermez. Ama şu an çoğu kişinin tükettiği süt UHT’li ve dışarıda tüketilen peynir ve yoğurdun da yapıldığı süt bu, yani homojenize ve pastörize edilmiş başka bir hayvanın sütü. Öncelikle sütün kaynatılarak doğallığının bozulması demek içindeki mineral ve vitaminlerin kaybolması demek. Bunlar sonradan katılıyor. Neden katılıyor derseniz de fermente olup bozulmasın diye… Başka bir hayvanın sütü olma konusuna gelelim, bizim DNA’mız anne sütüne göre. Anne sütü ilk iki senesinde çocuğun tüm organları ve beyninin gelişmesine yardımcı olur. Yani sadece anne sütü verilerek bile tamamlanabilecek bir gelişim bu, anne sütü o kadar değerli bir gıda. Ama biz ne yapıyoruz? 15 kilo doğup 150 kilo olarak ölecek bir hayvan tarafından, onun DNA’larıyla ve sadece onun bebeği için üretilen bir sıvıyı çocuğumuza veriyoruz. Hem de bu sıvıyı, normalde belli bir süre üretmesi gerekirken, hormonal düzeni bozularak 12 ay üretmesi sağlanan bir çiftlik hayvanından alıyoruz. Biz inek yetiştirmiyoruz ki…  Bir gergedanın ya da atın da sütü çocuğum için değil. Neden keçinin sütü daha iyi diyorlar? Çünkü keçinin DNA yapısı insana daha yakındır, keçi daha aktiftir, dağda yetişen otlarla beslenir. Gerçek bir inekle çiftlikte yetişen inek bile çok farklı. Günlük süt nispeten daha tercih edilebilir ama günlük peynir diye bir şey yok.

Peki, süt ve süt ürünlerinin kemik sağlığı üzerindeki olumlu etkisi…

Amerika’daki bir eğitimde doktor diyor ki süt ve süt ürünlerini kemik sağlığı için tüketiyorum diyorsanız iki adım öne gidip, üç adım geri gidiyorsunuz. Bu ne demek? Bu ürünler ve hayvansal proteinler asidiktir ve asidik beslenen insanlarda da çok ciddi anlamda kalsiyum bozukluğu görülür. Mesela hayvansal proteinler yanında şekerli yiyecekler ve hamurlu gıdalar da asidiktir. Bir çocuğun dişleri yaşıtlarına göre daha fazla çürüyorsa bilin ki o çocuk bu gıdalardan daha çok yiyordur. Kanının pH’ı normale dönsün diye, o dişlerden kalsiyum çalınıp kana bırakılıyordur. Süt tüketimi dünyada en yüksek olan Amerika’da 30 milyon kadın osteoporoz tedavisi görüyor. Oysa  Uzakdoğu’ya baktığınızda süt ve hayvansal protein tüketimi çok az ama kemikleri daha sağlam. “Neden kalsiyum için süt tüketmem gerekiyor?” diye kendinize soruyorsunuz ve “Reklamlarda görmüştüm” cevabını alıyorsunuz. Peki, kalsiyum başka nerede var? Bir tabak maydanoz yediğinizde, tam beş bardak sütteki kalsiyumu almış oluyorsunuz. Badem çok zengin bir gıda, susam ve tahinde de çok yüksek oranda kalsiyum var. Yeni tarz beslenme aslında en eski tarz beslenme, hatta “taş devri” beslenmesi diyebiliriz. Tamamen doğaya dönüş… Anlattıklarımı hiçbir şekilde bir diyetisyen mantığıyla anlatmıyorum. Mesela ben ara öğünleri yemeyin diyorum herkes şaşırıyor. Ara öğünde vücuda devamlı yiyecek yolluyorsun. Tamiratı nasıl yapacak bu vücut? Oruç felsefesi nedir? Günde bir kere vücudunu dinlendir. Ya da “breakfast” nedir? Sabah kahvaltısında biz oruç açarız. Çünkü akşam bir oruca yatarız. Allahtan akşam var ki uyurken ağzımızı kapatıyoruz. Onun için daha dinç uyanıyoruz zaten, sindirim yapmadık tamirat yaptık, yenilenme yaptık diye…

Badem sütünü nasıl yapıyoruz?

Hayvansal proteinlerin zararlarını vurgulayan Gül Kaynak, alternatif olarak badem sütünü öğreniyor. Bu besleyici yönü zengin ve lezzetli sütün yapımı da çok kolay: “Çiğ bademleri akşam bir bardak suya koyuyoruz. Bademler şişiyor. O suyu döktükten sonra, her bir bardak badem için iki bardak su ilave ederek bademi mikserden geçiriyoruz. Sonra bir tülbentle onları süzüyoruz. Bu süt dört gün buzdolabında taze kalıyor. Bunun çok yüksek besin değeri var. Biz içine birazcık bal, agav şurubu, muz ve bir kaşık kakao da koyuyoruz. Bunu çocuklara içirmek, kemik gelişimi için en büyük hediye. Dondurma bile yapabiliyoruz bu sütten.”

Lavman gibi yollarla kalın bağırsağın temizlenmesi konusunda ne düşünüyosunuz?

Çok iyi şeyler düşünüyorum. Ben ilk detoksum için Uzakdoğu’ya gittiğimde oradaki uzman  “Hayatınız boyunca bazı yapışkan yiyecekler yediniz, bisküvi dişinize yapıştığı gibi bağırsağınıza da yapışır. Peynir yapışır, ekmeğe biraz su koyun yapış yapış olur ve bunlar birikir. Kaç yaşındaysanız onu 365 ile çarpın. Onları da öğünleriniz ile çarpın, o kadar yemek yemişsinizdir. Maydanoz, avokado, domates değil de paketten çıkan şeyler yediyseniz,  onların içindeki gıda katkı maddeleri, boyalar da sizde birikir. Her aldığınız ilacın bir bölümü hâlâ sizde” diye anlattı. “Bu genelde yetişkinde 4-16 kiloya kadar çıkar” diye ekledi. Çünkü biliyorsunuz bağırsak sisteminin 11 metre ortalama uzunluğu var ama açıldığı zaman bir futbol sahası kadar büyüyor. Onun kıvrımlarına bu şeyler yapışıyor.  30 senelik bir eviniz var ve su sistemini değiştirmiyorsunuz, içinde su aksa bile bir sürü şeyler birikir. Biz kalın bağırsağımızı yenileyemiyoruz ki. Lavman Uzakdoğu’da evlerde ayda bir yapılan bir iç temizliktir.

Ne sıklıkla yapılabilir?

Bu da önemli bir soru. Kabızlık özellikle çocuklar arasında çok görülen bir problem olmaya başladı ülkemizde. Kabızsanız kalın bağırsağınız çalışmıyor demektir.  Her yirmi dört saatte bir tuvalete çıkmıyorsanız vücudunuzu zehirliyorsunuz.  Kabızlığın sebebi doğuştan tembel kalın bağırsak sendromu olabilir. Yediğiniz yiyecekleri yanlış kombine ediyor, yeterince su içmiyor olabilirsiniz. Stres de kalın bağırsağınızı direk olarak etkiliyor. 24 saat hiç tuvalete çıkmamayı mutfağınızdaki çöpünüzle birlikte uyumaya benzetirler. O yüzden kalın bağırsağınızı temizlemekten korkmayın, asıl kabız bir şekilde dolaşmaktan korkmamız gerekiyor. Ben, doğal, organik yiyeceğini yiyen insanlar her gün lavman yapsın demiyorum ama günde bir paket sigara içip sadece fastfood ile beslenen ve su içmediği için kalın bağırsakları şişmiş bir insanın gerçekten hemen lavman yapmasını öneririm.

Ama bazı tıp doktorları lavmanın bağırsağın delinmesine yok açabileceğini ve florasını bozabileceğini söylüyorlar.

Bunu her doktorla tartışabilirim. Flora çok önemlidir. Kalın bağırsaklarda bulunan bu floranın yüzde 70’i iyi, yüzde 30’u kötü bakterilerden oluşur. Bu denge yüzde 50’ye bile dönüşse, hemen problemler başlar. Probiyotik denen bu iyi bakterilerdir ve probiyotik çocuklarda mümkün olduğunca çok olmalıdır. Günlük ilaç kullanıyorsanız bağırsak floranız bozulur. Antibiyotik de aynı şeyi yapar. Lavmanda flora bozulması, bağırsak delinmesi mümkün değil. Türkiye Tabibler Birliğini’nin söylediği, “Doktor olduktan sonra yapabilirsiniz” dediği şeyler içinde lavman da vardır ve tüm lavman tipleri eczanelerde Sağlık Bakanlığı onaylı olarak satılır.

Tüm beden dışında ruhu da arındırmak gerekmiyor mu?

En önemli soruya geldik galiba. Biz buna “body-mind connection” diyoruz. Hayvansal proteini, kafeini, şekeri kestiğinizde bir durulaşma, bir doğaya dönüş başlıyor. Peygamberlerin vahiyden önce 40 gün oruç tutmaları, sadece su içip itikafa geçmeleri tesadüf değildir. Biz çocukluktan beri sırtımıza birçok yük alıyoruz. Çocukluktan itibaren yediğimiz zararlı yiyeceklerin etkilerini kalın bağırsağımızda, çok yemenin etkilerini de kilo alarak görüyoruz ama duygusal olarak aldığımız yüklerin kimse farkında değil. İyi bir öğrenci, evlat, işkadını/adamı, eş, anne-baba olmak için omzumuza birçok yük alıyoruz. Bu yükler bel fıtığı ya da başka şekilde kendini gösteriyor. Detoks sırasında tüm bunlar da gidiyor. Detoks sırasında hayati kararlar veren çok kişiyle karşılaştım. Uzun süredir bırakmaya çalıştığı işini, eşini ya da yeni bir hayat kurma kararını o haftanın beşinci ya da altıncı gününde vermiş çok insan tanıyorum. Çünkü insanlar normal hayatlarında bütün hafta deliler gibi çalışıp hafta sonu da diğer işleriyle ilgilenip deşarj olmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla “Ben ne yapıyorum?” diye düşünebilecekleri çok az zaman oluyor. Tatiller de genellikle geç saatlere kadar eğlenmek ya da birçok aktivitede bulunmak anlamına geliyor. Bu nedenle detoks haftalarının duygusal boyutu inanılmaz büyük oluyor ve gelen insanın o yükü attıktan sonraki ışıltısı görmeye değer. Biz sadece insanların iç organlarını, cildini temizlemiyoruz; aldıkları yükü de çok ciddi anlamda bırakmalarını sağlıyoruz.  O yüzden ben pek çok yöneticiye böyle bir haftalarını ayırmalarını tavsiye ediyorum.

7 günlük bir kür yapıyorsunuz. Bu hep 7 günlük müdür?

Detoks programı minimum 7 gün yapılır ama asıl program 21 gündür. Aslında “Bırakmayı istediğiniz bir alışkanlığınız varsa 21 günde bırakılabilir” diye bir söz vardır. Detoksa gelmeden önce (minimum 3 gün önce -ama bir hafta olursa ne güzel) herkesin çay, kahve, alkol, aşırı şeker ve hayvansal protein tüketimini bırakması gerekir. Detokstan çıkış da önemlidir. İlk gün sebze ve meyveyle beslenip sonra karbonhidrat, ondan sonra hayvansal protein ya da baklagil proteine geçmek gerekiyor. Detoksa alıştıktan sonra mini oruçlar da tutuyorsunuz. Seçeceğiniz bir gün kahvaltınızı yapıyorsunuz, öğle yemeğinizi yiyorsunuz. Sonra yemeği kaçta bırakıyorsanız, ağzınızı ertesi gün aynı saate kadar çiğnemeye kapatıyorsunuz. Bir akşam yemeğini ve bir sabah kahvaltısını sıvılarla geçiriyorsunuz, zaten gece boyunca da uyuyorsunuz: günü limitsiz bitki çayı, sebze çorbası, taze sebze ya da meyve suları içerek geçirmek gerekiyor. O akşamı evinizde kalıp dışarıda bir etkinlik yapmayacağınız bir akşam olarak seçmenizi öneriyoruz. Sabah kalkın bir yürüyüş ya da yoga yapın. Öğlen salata ya da sebzeyle yemeğe başlayın diyoruz. Bunu yapan herkes yılda 52 gün kendi detoksunu yapmış olur.

Detoksu yapması sakıncalı olan kimseler var mı?

Hamileler dışında herkes 12 yaşından itibaren detoks yapabilir. Detoksçu çok genç arkadaşlarım da oldu, 82 yaşında günde 3 yogaya birden girenler de oldu. Yaş, kilo ve hastalık bir limit değil. Kanser geçmişi olan, şeker ya da kalp hastası olan insanlar da çok rahat detoks yapabilir. Ayrıca kimsenin kullandığı ilaçları bırakmasına da gerek yok.

Kimler detoksa gelmeli?
“Sabah enerjisi düşen insanlar…” diyor Gül Kaynak, “yani ‘Saatlerce uyusam da sabah yataktan kalkamıyorum’ diyorsanız -bunun kiloyla alakası yok- demek ki sizi aşağı çeken bir toksin birikiminiz var. Ya da ‘Aynı şeyi yiyorum kilo veremiyorum, hatta kilo alıyorum’ diyorsanız ve doktorunuz karaciğer yağlanması, insülin direnci gibi problemleriniz, tansiyonunuz vs. gibi şeyleriniz olduğunu söylüyorsa mutlaka gelmelisiniz.”

Peki, Erdoğan Hoca detoks yapıyor mu?

Babam biliyorsunuz ki genç bir delikanlı. Her kız çocuğunun yakışıklı bulduğu erkek babasıdır ama onun bu özelliğini herkes biliyor. Ben ilk orucu babamla tutayım diye heves edip tuttum. Babamla Tarsus sıcağında iftar öncesi beklediğim pide kuyrukları benim en güzel anılarım arasındadır. Babam sebzeye meyveye çok düşkün bir insandır ve annemle birlikte bizi hep doğal besinlerle beslediler. Sağlıklı yaşamaya çok inanır. Evde her zaman taze bir yemek oldu, sebzemizi meyvemizi ihmal etmediler. Babam mesela biz ders çalışırken limon suyuna havucu, salatayı koyar, kokteyl yapardı. Biliyorsunuz Tarsus’ta bicibici var. Babam buzu kırıp üzerine nanesini limonunu koyar bize verirdi. Biz böyle doğal gıdalarla beslendik ama tabii ki babam çok daha doğal yaşamış küçükken. Mesela küçükken sokakta oynarlarken ekmek, soğan ya da kopardıkları bir meyveyle büyümüşler. O nedenle babam gerçekten çok çok sağlıklı. Sigarayı da bıraktı ama bunların yanı sıra sağlıklı olmasını ben bir de onun insan sevgisine bağlıyorum.

Gül Kaynak’la yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 9. sayısında (Temmuz 2011) yer aldı. Türkşan Karatekin ve Leyla Keskiner tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Bülent Ustaoğlu tarafından yapıldı.