bread

Neşe Düzel: Röportajda önce konuyu sonra kişiyi belirlerim

31 yıllık gazeteci ve röportaj üstadı Neşe Düzel (ACI ‘74), mesleğinin en keyifli alanı olarak gördüğü röportajın aynı zamanda sosyalleşmesine de yardımcı olduğunu düşünüyor. Röportaja hazırlanırken önce yanıtını arayacağı bir büyük soruyu belirlediğini söyleyen Düzel, ardından da bu soruya en doğru yanıtı verecek ismi araştırıp buluyor.

Neşe Düzel, 31 yıllık gazetecilik yaşamının özetini yaparken, “Artık bir şey olmak için çok geç ama olduğum şeyi derinleştirmek için geç değil” diyor. Derine inmek için soru soruyor, merak ediyor, sorguluyor. Onun röportajlarının bu kadar ilgiyle okunmasının nedenlerinden biri de bitmeyen merakı ve dolaysız anlatımı. İnançlara teslim olmayan, bilgiyi referans alan bir merak onunkisi. O yüzden çarpıcı konular seçiyor, bunları anlatacak ‘gerçek’ kişileri buluyor, anlatılanları montajlamadan yazıyor. Bizim de ‘merak’ ettiğimiz bu yazma serüveni.

Taraf Gazetesi’nde her hafta röportajları yayımlanan Neşe Düzel’i Kuzguncuk’taki evinde ziyaret ettik. Çarpıcı bir konuyu ele aldığı seri röportajlarından birini yeni tamamlamıştı. Yorgun ama sırtından bir yük kaldırmışçasına huzurlu görünüyordu. Yeni röportajı için güç topladığı bir zamanda bu kez biz teybimizi ona uzattık ve sorduk.

Neşe Düzel, Neşe Düzel’le röportaj yapsa ilk sorusu ne olurdu?

Ben kendime soru sormayı terk edeli o kadar uzun zaman oldu ki. Bu biraz da yaşlanmakla ilgili olsa gerek. Çünkü soru sormak kurcalamak demektir, bir gerçeği aramaktır. Gelişmenin motorudur bu aynı zamanda ama artık kendimi kurcalamayı, kendime sorular sormayı terk ettim. Çünkü bunlar çok rahatsız ediciydi. Epeydir çok mutluyum, çünkü hiçbir soru sormuyorum kendime. Sadece günlük düzenimle ilgili değiştirmek istediğim bir şey var, o da tatil yapmak. Zaten 55 yaşında ne değiştirebilir ki insan hayatında. Önümde kalan yıllar, geçirdiğim yıllardan daha az. Artık bir şey olmak için çok geç ama olduğum şeyi derinleştirmek için geç değil. Onun için devam ediyorum.

Ekonomiden mezun birinin Yeni Asır’a yolu nasıl düştü?

Küçük bir kızken bana ne olmak istediğimi sorarlardı. Ben de “editör olmak istiyorum” derdim. Editörün ne olduğunu bilmiyordum, hatta nasıl telaffuz ettiğimi de hatırlamıyorum. Sadece yazıyla ilgili olan bir meslekti benim için. Daha çok kitap aklıma geliyordu ama roman veya hikaye yazmak için yeteneğim yoktu. Gazeteci oldum ben de. Hürriyet İzmir temsilcisi tanıdığımızdı, “gel, başla” dedi. Dış haberler servisinde 15-20 gün çalıştıktan sonra Yeni Asır’dan ilk iş teklifimi aldım. Dış haberlerde bizim kolejden mezun bir kız vardı, Amerika’ya gidiyormuş. Onun yerine geçtim, daha sonra da Yeni Asır ve Hürriyet’in ortak çıkardığı, bugünkü Dünya veya Referans ayarındaki Rapor adlı günlük gazetenin yazı işleri müdürü oldum. 23 yaşındaydım o zaman. Ardından işin mutfağında olmak istediğim için İstanbul’a geldim. Hürriyet grubunda 20 yıla yakın çalıştım. Muhabirlik yaptım, ekonomi kulisi yazdım, siyasi köşe yazarlığı yaptım. Çok çalışır, gazetede sabahlardım. On yıl birlikte çalıştığım Çetin Emeç bana ilk köşe yazdıran isimdir. Sabaha karşı gazeteye ansızın gelir, beni görürdü. O da çok çalışkan bir adamdı ve çalışanları da çok severdi. 1991’de televizyonda Ahmet Altan’la Kırmızı Koltuk’u yapmaya başladık. Tempom çok artınca köşeyi bıraktım. Sonra Ertuğrul Özkök beni tekrar Hürriyet’e siyasi köşe yazmam ve röportaj şartıyla çağırdı. Haftada iki gün siyasi köşe yazacak hem de röportajlar yapacaktım. Röportaja başladım, sonra da köşeyi istemedim.

Neden peki? Köşe sahibi olmak avantajlı bir durum değil midir gazetecilikte?

Ben çok yalnızlığı seçen biriyim, sosyal değilim, mecbur olmadıkça kimseyi aramıyorum. Köşeyle de çok eve kapandım. Röportaj beni dışarıya bağlıyor. Haftada bir, en azından biriyle görüşüyorum. Psikolojimi iyileştirsin diye röportaj yapmayı köşeye tercih ettim.

Sizin röportajlarınızın çok okunmasının sebebi nedir?

Gazetecilik bir iletişimdir ve gerçeği arama meselesidir. Bildiklerinizi bir yerden bir yere çok anlaşılır ve basit şekilde nakletmektir. Bu dile hakim olmayı gerektirir. Çünkü basit anlatmak zordur. Ben dile çok hakim biri değilim. Kuvvetli tarafım dilim değil, merakım. Yetinmiyorum, kolay ikna olmuyorum, olayların üstündeki örtüyü kaldırmaya çalışıyorum. Bana “Gençlere ne tavsiye edersin?” diye sorduklarında önyargısız olmalarını söylüyorum. Gelişmenin, değişmenin, dönüşmenin, çağın ruhunu algılamanın, geriye düşmemenin, yenilmemenin dinamiği önyargısız olmaktır.

Siz nasıl başardınız önyargısız olmayı?

Benim yapım bu, geliştirdiğim bir şey değil. Gazetecilikte en işime yarayan da bu özelliğim oldu. Insanlar maalesef peşin hükümlü oluyor. Ben anlamaya çalışıyorum. Anlamaya çalışırsan soru da soruyorsun. Iyi soru soramazsan iyi röportaj da yapamazsın.

Önyargısız olmak için kilit kavramlardan biri empati olabilir mi?

Herhalde, bir de değişime açık olmak. Benim hayattaki en büyük korkum, geriye düşmek, zamanı kavrayamamak, kendimi tekrar etmektir. O yüzden 20’ye yakın iş değiştirdim. “Öğrendim, hadi başka bir şeye geçeyim” dedim. Bu yüzden gazeteciliğin bir sürü farklı alanında çalıştım.

Bir röportajı okutmanın gizli formülü?

Röportaj bir konuşmadır ve o konuşmayı sesiyle vermek gerekir. Herkesin bir sesi, kullandığı kelimeler ve cümle yapıları vardır. Röportajınızda da bunları yansıtmanız çok önemlidir. Röportaj benim sesimle değil, konuştuğum kişinin sesiyle çıkmalıdır. İster röportaj, ister köşe, isterse dizi yazısı olsun kısa, basit, anlaşılır olmaya da özen göstermek gerekir.

Röportajlarınıza nasıl hazırlanıyorsunuz?

Ben kişi röportajı yapmıyorum, daha çok bir düşünceden yola çıkıyorum. Her röportajımın bir büyük sorusu vardır. Her salı hangi konuda röportaj yapacağıma karar veriyorum. O haftanın gündemiyle ilgili birtakım sorular da zihnimde oluyor. Ancak sadece gündemin peşinden gitmeyebilir, kendiniz de bir gündem yaratabilirsiniz. Havayı koklar ve sezersiniz. Mesela Anayasa tartışmalarının en yoğun yaşandığı dönemlerde Diyarbakır hapishanelerindeki işkenceyi yazdım. Çünkü o sistemin anayasası Diyarbakır işkencelerini oluşturmuştu. Röportajda konuyu bulmak zordur, çünkü Türkiye o kadar hızlı değişiyor ki, seçtiğiniz güncel konu çok kısa bir sürede gündem dışı kalabiliyor. Konuyu belirledikten sonra esas önemlisi o konuda konuşacak, gerçekleri söyleyecek insanı bulmaktır. İsim hiç önemli değildir, bilgili olması yeterlidir. İşte bu isimleri bulmak için de araştırıyorum. Kitap, dergi, medya, internet araştırması yapıyor, akademik dünyayı tarıyorum. Türkiye’nin entelektüel dünyası o kadar da fakir değil.

Konuşmaya ikna etmek de zor olmuyor mu?

Bu bir maraton, gazetecilik de güven ilişkisine dayanır. Her soruyu sorarsınız ama onun verdiği her cevabı da yayımlarsınız. Şike yoktur, tuzak kurmazsınız. Konuklarımla röportajdan önce ilk konuştuğumda röportajın ana çatısını kuracağım soruyu söyler ve neden bu soruyu seçtiğimi açıklarım. Çekindiği bir şey varsa konuşmasın zaten. Benim vaktime, emeğime, gazetenin sayfasına yazık etmesin. Ben de başka bir niyetle gitmem röportajlarıma. Güvenilir olmak bu yüzden çok önemli.

Röportajlarınıza müdahale etmek isteyenler oldu mu? Tehditler aldınız mı?

Yazıya müdahale olmaz. Ben bazı arkadaşlarımın röportajlarını gösterdiklerini ve onay aldıklarını duyuyorum. Hayatım boyunca böyle bir şey yapmadım ve yapılmasını da onaylamıyorum. Etik bulmuyorum bunu. Tehditlere gelince, evet tehdit alıyorum ama konuştuğumuz kişilerden değil, gruplardan, örgütlerden, cemaatlerden. Hiç önemsemiyorum bunları, gelen elektronik postaları eskiden hemen siliyordum. Türkiye karışık bir dönemden geçtiği için şimdi silmememi önerdiler.

Röportajlarınız da sizi en çok ne zorluyor?

Konuşmayı kabul edip sonra da sorulara yanıt vermemeye çalışanlar beni çok yoruyor. Bunu da daha çok sıradan siyasetçiler yapıyor. Türkiye’de bunlardan çok var. O zaman çok öfkeleniyorum, yorgun düşüyorum. Röportajı bırakmak istiyorum. Konuşmayacaksan, cevap veremeyeceksen niye başta kabul ettin? Bu sahtekarlığa tahammül edemiyorum.

Bugün dünyadan ve Türkiye’den röportaj yapmak istediğiniz isimler var mı?

Türkiye’den eski Genel Kurmay Başkanları Hilmi Özkök, İlker Başbuğ ve Yaşar Büyükanıt’la da röportaj yapmak isterim. Çünkü kafamda çok soru var ve onların cevabını merak ediyorum. Dünyadan da Obama ile konuşmak isterdim. Çünkü bir sürü politikasından vazgeçti, Şahinler tarafından kuşatıldı.

Televizyonlarda tartışma programları oldukça fazla. Bu, özgürlükçü bir ortamın yansıması mı yoksa sadece bilgi kirliğine neden oluyor?

Haber hem gazete hem de televizyon için pahalı bir iştir. Tartışma programı için üç beş konuğu stüdyoya çağırırsınız, bir de moderatör vardır, saatleri doldurursunuz. Bu kadar revaçta olmalarının bir nedeni ucuz prodüksiyonlar olmalarıdır. İkincisi Türkiye gerçekten tartışıyor ve aslında çatışıyor. Hayal bile edemeyeceğimiz dönüşümler yaşanıyor bu ülkede, duvarlar yıkıldı ve rengârenk kimlikler, kültürler ortaya çıktı. Her konunun üzerindeki şal yavaş yavaş kaldırılıyor. Her şeyi yeniden öğreniyoruz. Buranın tarihi de kültürü de 80 yıl önce başlamadı, çok daha eskilere dayanıyor. Bu ülkede insanlar Ermeni diye bir toplumun bu topraklarda varolduğunu yeni öğrendiler. O zaman konuşacak, tartışacak, öğrenecek çok konumuz var. Sorunlar aynı olsa da aynı bilgilerle tartışılmıyor. Kürt sorunu, yargı sorunu, demokrasi, AB, Kıbrıs, Ermeni, sol, İslam sorunu yıllardan beri var. Her gün bunlarla ilgili daha derine iniyorsun, daha gerçeğe yaklaşıyorsun. O yüzden röportajlarımda aynı konular etrafında dönüp duruyorum ama her seferinde kendim de yeni şeyler öğreniyorum.

Bu kadar karmaşa içinde kimin doğru söylediğine nasıl inanacağız?

İnanma meselesi değil ki zaten. Türkiye inanç diye bakıyor. Sola inanmak, Kemalizme inanmak, din değil ki bunlar. İnanmayacaksın ki zaten, bileceksin, düşüneceksin, araştıracaksın. Beni öfkelendiren bu. Biraz zahmet edelim de araştıralım, okuyalım. Basın, kitaplar, dergiler, televizyon, internet bilgileri veriyor.

Sizi çok etkileyen röportajınız hangisi?

Bazen röportajlarımdan sonra gerçekten hastalanıyorum. Hiç unutmuyorum PKK’lı sonradan itirafçı olup JITEM’e giren bir adamla (Apdülkadir Aysan)’la yaptığım röportaj sonrasında bir hafta kendime gelemedim. Doğuda birçok faili meçhul cinayetler işlemiş, işkenceci aynı zamanda. O anlattıkça rahatlıyor, bense hep ağlıyorum. Zaten devlet cephesinde hâlâ muteber olsaydı bunları anlatmazdı. Kullanılmış ve atılmış, o kadar kinlenmiş ki bunu hazmedemiyor. Bana röportajın sonunda “Sizi üzdüğüm için çok özür dilerim” dedi. Bu cümle benim bütün röportaj hayatım boyunca unutamayacağım cümlelerden biri oldu. Röportaj sonrasında da bir hafta kendime gelemedim. Ailem bu yüzden bana çok kızıyor, “Yapma böyle” diyor. Ama elde değil ki!

Tarihe kayıtlar düşüyorsunuz

Ben röportaj okumayı da çok seviyorum, zaten sevdiğim şeyi yapıyorum. Kendimi bulduğum şey röportaj. Üstelik gazeteciliğin güzel bir dalı, çok rahat okunuyor. Röportajla tarihe kayıt düşüyorsunuz. Yakın tarihçiler de kaynak olarak röportajlardan yararlandıklarını söylüyor. Mesela İpek (Çalışlar) ‘Halide’yi yazarken, “Senden de çok faydalandım” dedi. Zaten kaynakçalardan görüyorsunuz. O yüzden röportaj kalıcı bir yazı türü. Insanın da mücadelesi biraz kalıcı olmak değil mi? Ölümü başka türlü yenemez ki insan. Ben ölümü biraz olsun röportajın ömrü kadar yenmek istiyorum.

“Yazdıklarımı derlemeyi küçümsüyorum”

İletişim Yayınları’ndan Türkiye’nin Gizlenen Yüzü, Doğan Kitap’tan da Hesaplaşma’yı çıkardım. İlk kitabımı Çetin Altan, ikincisini de Taha Akyol’un zorlamasıyla yaptım. Şu an elimde Sol ve Kürt Sorunu kitapları her şeyiyle hazır ama gazetecilik benim için; “Ben yayınladım bitti” demek. Kitap özgün bir şey değil bu açıdan. Aslında yazdıklarımı derlemeyi küçümsüyorum.

Neşe Düzel’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) için üretilen “Buluşma” dergisinin 6. sayısında (Ekim 2010) yer aldı. Leyla Keskiner ve Türkşan Karatekin tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Cihan Aldık çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Orçun Peköz tarafından yapıldı.