bread

Zülfü Livaneli: En çok âşık müziğinden etkilendim

Müzikte 35. yılını, sanatçı dostları ve dinleyicilerinin katıldığı bir gecede coşkuyla kutlayan Zülfü Livaneli ‘Efsane Konserler’ adlı konser albümüyle de şu günlerde gündemde. Son yıllarda edebiyat alanında kendisinden söz ettiren çok yönlü sanatçıyla, darbeler, sıla özlemi, acılar ve mutlulukla örülü 35 yılı konuştuk…

Memur – asker yetiştiren bir ailenin çocuğu olarak Konya’da doğdunuz. Nasıl oldu da sanatçı oldunuz?
Benim için de çizilen yol Osmanlı subayı olan büyük dedelerden, hakimlerden geçen bir yoldu. Ailem beni çok yönlü yetiştirdi. Hem Ankara’da Maarif Koleji’ne gönderdiler hem halkla bağımı koparmayayım diye saz öğrenmemi istediler. Ama bizim kuşağın hayatını darbeler değiştirdi. 12 Mart darbesi olmasaydı ve Türkiye’de okuyan yazan herkesle uğraşılmasaydı ben de belki müzik tarafımı hiç öne çıkarmayacaktım. Bir yayınevim vardı ve kendi yazdığım kitapları yayınlamak istiyordum. Fakat 12 Mart dönemi öyle bir hışımla geçti ki üzerimizden, müzik tarafı öne çıkmaya başladı. Ben de hep şu duygu içinde yaşadım: ‘Tamam ben şimdi bu müziği yapayım. Sonra sıra kitaplarımı yazmaya gelecek.’ Gerçi biraz uzun sürdü. Ama benim yaptığım müzik de, hep müzikle edebiyat arasında durdu. şiir yazdım, besteledim, dünya ve çağdaş şiirin en güzel örneklerinden besteler yaptım.

Müzisyen olmanızı 12 Mart’a borçluyuz yani.
Bizimki gibi ülkelerde böyle şeyler olur. Yaşar Kemal “Hapishaneler Türk edebiyatçıların okuludur” der. Baksanıza Kemal Tahir, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Rıfat Ilgaz… 12 Mart’ta beni de konuk ettiler, Yıldız Palas’ta…

Müziğiniz de politik içeriği olan bir müzik. Bu da baskılara neden olmadı mı?
Çok baskı gördüm. Benim müziğim politik içeriği olan bir müzikti ama militan bir müzik değildi. Doğrudan doğruya kitleleri ajite etmeye yönelik değildi. Başından beri benim inandığım sol anlayış zaten hümanizm’dir. Sol eşittir hümanizm. Benim misyonum insanlara daha iyi bir dünyanın var olduğunu hatırlatmaktır. Mesela bakın Nazım Hikmet’ten bestelediğim ‘Karlı Kayın Ormanı’, bir hasret şarkısıdır. Sabahattin Ali’den ‘Leylim Ley’ aşk şarkısıdır. Daha yumuşak ve yaşanabilir bir dünya oluşmasına gayret ettim. Ama bu da tabii farklı algılanıyordu. Türkiye’de semboller topluluğunda yaşadığımızdan, beni yıllarca yasaklamaya çalıştılar. Parçalarımın dinlendiği yurtları bastılar. Ama geçenlerde 35. yıl  kutlamamda o şarkıları Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nükhet Duru söyledi. Dönüp sormak lazım o zaman bunu yasaklamaya çalışan insanlara: ‘Ne istediniz? Ne anlıyordunuz dünyadan? Niye bu ülkenin, müziğiyle, edebiyatçısıyla sanatçısıyla uğraştınız? Ve şimdi nerdesiniz? İsimleriniz hatırlanıyor mu?’.

Başınızı ağrıtan bazı albümler var. Farklı kesimler bunları kullanmak istediler. O albümler sürecin dışında mıydı?
Orada da açıklama gerektiren bir durum var. Türkiye’de 12 Mart rejimi çok zalim bir rejimdi. Ve Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye’de, SSCB komşusu olan Türkiye’de, sosyal uyanış ezilmek istendi. Fransa’dan başlayan 1968 hareketinin bizde de etkileri oldu. Gençler heyecanlanıyordu. Önce üniversite öğrenci eylemleri olarak başlayan eylemler sonra sokaklara taştı. Fransa’da De Gaulle yönetimi bunu kimsenin burnu kanamadan çözerken, bizde çok hunhar bir şekilde çocukları asmak, kesmek, öldürmek için bahane yaptılar. Çok insan öldürüldü. Korkunç bir tahribat yapıldı. Bu ülke kendi gençliğini, delikanlılarını yok etti. Ben de bunları çok yakından yaşayan bir insanım. Yurtdışına çok acılı anılarla gittim. Gitmeden önce hapishanede yazdığım şarkılar, halkın yaktığı ağıtlar vardı. Mesela biri Deniz Gezmiş içindir: ‘Nolaydı m nolaydım okur yazar olaydım, Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım’. Bu şarkıları, ağıtları bir araya getirdiğim albüm 1973 yılında Belçika’da ‘Chants Revolutionnaires Turques’ (Türk Devrim şarkıları) adıyla çıktı. Bu albüm benim hayatımın onurlarından biridir. Hiçbir zaman Türkiye’de yasal olarak yayınlanmadı. El altından dağıtıldı ve 12 Mart’ta diktaya karşı direnişin sembolü haline geldi. O albümün Türkiye’ye girişi Süleyman Demirel başkanlığındaki bakanlar kurulu kararıyla engellenmiştir. 1973’den 2006’ya geldik hala bazı çevreler bunu bir suçmuş gibi karşıma çıkarıyor. ‘35 yıl önce sen niye askeri cuntanın astığı çocukları öven parçalar yaptın?’ diyorlar. Ne yapsaydım cuntayı mı öven şarkılar yapsaydım? O parçalar benim onurumdur.

Müzik hayatınızı belli dönemler, belli başlıklar altında ayırabilir misiniz?
Ayırabilirim sanıyorum. 12 Mart darbesi dönemlerinde Türkiye’de yaşama olanaklarım azalmıştı. Bir takım uydurma suçlamalarla durmadan tutukluyorlardı, sürek avı başlatılmıştı. Mesela bir sefer uçak kaçırma suçlamasıyla hapse girdim. Askeri savcı bana sordu ‘uçağı nasıl kaçırdınız? Diye ‘Yetişemedim kaçırdım’ dedim. ‘Böyle cevap olur mu?’ dedi. ‘Efendim böyle soru olursa böyle cevap da olur’ dedim (Gülüyor). Tabii şimdi şaka gibi gelen şeyler o zaman çok ciddiydi,
can yakan şeylerdi. Hayatımızı karartıyordu. Ben de İsveç’e gittim. Belçika’da ‘Chants Revolutionnaires Turques’ albümü çıktıktan sonra Ortadoğu Üniversitesi’nde okuyan kardeşim Ferhat bizi ziyaret etti. ‘Abi’, dedi ‘Türkiye’de insanlar senin şarkılarınla yürüyorlar’. Çok şaşırmıştım. El altından Türkiye’ye sokulan albümler daha iyi günleri özleyenlerin sesi oldu. Sonra Türkiye’de ‘Merhaba’ albümü, 1978’de Nazım şiirlerinden oluşan ‘Nazım Türküsü’ yayınlandı. ‘Nazım Türküsü’ Türkiye’deki çoğunluk için ilk büyük çıkışım oldu. Hey Dergisi’nde 51 hafta liste başı kaldım. Sonra yıllarca kendi bestelerimi söyledim. Ardından yabancı sanatçılar benim bestelerimi söylemeye başladılar. Böylece 1984’e kadar besteciliğin ağır bastığı bir dönem oldu. 1984’de şan Tiyatrosu konserleri yaptık. Darbelerden sonraki ilk nefes alıştı. Sonra Ankara’daki 500 bin kişilik konsere kadar geldi olay.

Hiçbir zaman kendimi ses sanatçısı olarak görmedim. Bestelerim olmasa söylemezdim.

Biçimsel olarak albümlerin nasıl farklılıkları vardı?
İlk albümümü sadece bağlama ile yapmıştım. İkinci albümüm bir bağlama ve bir şüt ile, üçüncüsünü bir bağlama, bir şüt, bir kontbasla, dördüncüsü, ‘Nazım Türküsü’nü yerli sazlar grubu ve büyük bir orkestra ile yaptım. Ama hep önce tarzım yadırganıp sonra sevildi. Bizim solcularımız bu konuda çok tutucudur. Sazın yanına başka enstrüman koymak ihanet gibidir. Sazın yanına bir şüt koyduğumda ‘bak işte burjuva adeti’ diyorlardı. Ben büyük mücadelelerle bunları kabul ettirdim. Sonra Theodorakis’le ve diğer yabancı sanatçılarla tanıştıkça çok sesli müziğe yöneldim. Türkiye’de müzik yapmanın karşısındaki tek engel devlet baskısı değildi, ön yargıları aşmak da büyük mücadele gerektirdi. Sonra bir başka ön yargı çıktı. ‘Bu solcu, solak işler bunlar’ dediler. Asker, devlet bunlardan hoşlanmaz deyip oto sansür uyguladılar. Hiç değiştirmeseydim müziğimi, hiç arayışlarda bulunmasaydım, hep o 1973’te çıkan plağı tekrarlasaydım, herhalde şimdi konuşmuyor olurduk sizinle. Bir de tabii besteler yaşıyor. Hiçbir zaman kendimi ses sanatçısı olarak görmedim. Bestelerim olmasa söylemezdim. Kendime halkın önündeki bir figür olarak baktığım zaman 70’lerin 80’lerin hatta 90’ların bir kısmının iz düşümü olduğumu düşünüyorum. Ama artık 2000’lerde bu böyle değil. Olamaz da. Bizim kuşak
60’ını geçti. Ama mesela yine bizim kuşaktan Bob Dylan Vietnam Savaşı’na muhaliflerin sesiydi, hala aktif. Yeni albümü Amerika’da bir numara.

Konserlerinize gelen genç kuşak da şarklarınızı ezbere biliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Konserlerime çok değişik yaş ve insan gruplarından insanlar geliyor. Yaşlı insanlar torunlarıyla geliyorlar. Sosyal statü farkları da göze çarpıyor. Ama genç kuşakların bu şarkıları taşıması beni de çok şaşırtıyor. O darbe dönemlerini yaşamış insanlar konserlere nostalji duygusuyla geliyor olabilirler. Gençlerin gelmesini ise şöyle yorumluyorum. Daha doğrusu bunlar bilinemez şeyler. Binlerce parametresi var. Ama sezgilerimle anlıyorum ki o besteleri şimdi yapıp çıksaydım bu şarkılar günümüzde dinleyici ile buluşamazdı. Ama bir dönemin Türkiye’sinin çok önemli şarkıları olduğu için, milyonlarca insanın hayatını etkilediği için, ülkenin mirası olduğu için dinleniyor. Ülkenin harcına karışmış şarkılar bunlar. Öyle ki ‘Leylim Ley’ gibi halk müziğine yakın olanları anonim zannediliyor.

1970’lerden 2001’e kadar yoğun bir üretim var. 2001 – 2005 arasında bir durgunluk dönemi mevcut. Bu edebiyatla mı yoksa siyasetle mi ilgilendiğinizden ötürü?
Siyaset yüzünden değil. Siyaset sevmeden yaptığım bir iş olduğu için pek etkilemiyor. Ama bu dönem edebiyata yoğunlaştığım bir dönem. “Engerek’in Gözlerindeki Kamaşma”, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, “Mutluluk”, “Leyla’nın Evi”. Albümlerin yerine bu sefer her sene bir kitap çıkartmaya başladım. Her insanın içinde bir şarkı vardır, benim de içimde bir şarkı vardı ve onu insanlarla paylaştım. Ama edebiyatta daha anlatacak hikayeler var.

Filmleriniz, kitaplarınız ve müziğiniz ülke sınırlarını aştı. Bu sizin de bir dönem yurt dışında yaşamanızdan mı ileri geliyor, bu toprakları çok iyi tanımanızdan mı?
Bence ikincisi. Theodorakis 35. yılım için gönderdiği mesajda: “Türk halkının ruhunu yansıttığın besteler” diyor. şarkılar halkın ruhu yakalanabiliyorsa eğer evrenseldir. Ama maden çıkarır gibi oraya kadar inmeniz lazım. Buradan çıkan özgün bir şey vermelisiniz dünyaya. Ama folklor değil bu bahsettiğim, daha çağdaş bir yaratı. Benim üzerimdeki en büyük müzikal etki aşık müziğidir. Orta Asya kökenli aşık müziği beş tonlu, yani pentatonik bir müziktir. Dünya halk müziklerinin ortak bir özelliği pentatonik olmalarıdır. İrlanda şarkılarından blues müziğine kadar. O yüzden Aşık Veysel ile Amerikan folk müziğinin önde gelen isimlerinden Woody Guthrie arasında büyük bir fark yoktur. Hatta ikisinin de birbirine çok benzeyen iki fotoğrafını buldum. İkisi de toprağa oturmuş. Birinin elinde gitar, birinin elinde saz, ikisinin kafasında da şapka, ikisinin ağzında da bir pipo. Sanki kardeş gibiler. şarkılarının sözleri de benziyor. Böyle baktığınızda dünyaya doğru bakıyorsunuz demektir. Ama Amerika deyince aklınıza sadece Hollywood ve Madonna geliyorsa doğru algılayamıyorsunuz, sadece kitle kültürünün etkisi altında sanata bakıyorsunuz demektir. Ama halkların ruhunu anlamaya çalıştığınızda, bu evrensel bakıştır.

Şimdi edebiyatta da aynı şey oluyor değil mi? ‘Mutluluk’ adlı romanınız ‘Deliverance’ adıyla Fransa’da yayımlandı ve ayın kitabı seçildi…
‘Mutluluk’ hem yerli hem evrensel bir roman. Paris’te bunalan entelektüel çevre ile Cihangir’de bunalan entelektüel çevre arasında büyük bir fark yok. Ama Türkiye’nin değişik renkleri, değişik boyutlar var. Bunları anlattığın zaman farklılaşıyor. Sadece Fransa’da değil. şimdi Amerika’da da çok büyük reklam ve promosyon kampanyasıyla çıkıyor. Bu büyük yayınevi kitaba (Orada ‘Bliss’ adıyla çıkıyor) bütün gücünü yatırmış durumda.

İsveç’de mülteci hayatı yaşadınız. Bu nasıl bir duygu? Yıllarca orada yaşamanıza rağmen İsveç pasaportu almadınız. Neden?
Mültecilik yarı ölüm gibi bir şeydir. Sizin benliğinize, tarihinize, kültürünüze hiç aldırmayan bir toplumun içine giriyorsunuz. İster istemez bu sizin yurtseverliğinizi körüklüyor. Hatta dikkat etmeyen birçok kişi yurtdışında şoven olur. Sıla hasreti çok acı bir duygudur. Benim bu pasaport hikayelerime gelince; 12 Mart benim yaşama olanaklarımı yok edince o dönemde pasaportum olmadığı için sahte bir pasaport çıkarttım. Politik mahkumlarla dayanışma grupları vardı. O gruplardan biri bana sahte pasaport temin etti. Mehmet Ali Basmacı adıyla ilk defa Sirkeci’den yurtdışına çıktım. İsveç’de politik mülteci olunca Birleşmiş Milletler’in en düşük seviyeli pasaportunu aldım. Öyle bir pasaport ki hiçbir yere çıkamazsınız. Bu soluk mavi pasaport, ikinci pasaportum oldu. Üçüncü pasaportum 1974 affından sonra aldığım Türk pasaportuydu. 1996 yılından sonra UNESCO bana Birleşmiş Milletler’in en yüksek düzey kırmızı pasaportunu verdi. Genel sekreterin imzasını barındıran ve dokunulmazlıkları olanbir pasaport. Meclise girince Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı pasaportunu aldım. Yani en düşükten en yükseğe doğru değişti pasaportlarım. Aman ya tersi olsaydı! (gülüyor)

35 yılınız büyük bir konserle kutlandı… Çok anlamlı bir gece olmuş olmalı sizin için…
Arada açıklamam gereken bir şey var. 1971 yılında darbeden sonra İstanbul’a geldim. O sırada Sayan Plak Barış Manço’nun ‘Dağlar Dağlar’ albümünü ve Şenay’ın ‘Sev Kardeşim’ adlı plağını yayınlamıştı. Çok satıyorlardı. Bu plak şirketine ben de müstehar adla (Ozanoğlu) iki 45’lik yaptım. İlk stüdyoya girmem 1971 senesidir. Dolayısıyla tam 35 sene oldu. 35. yıl gecesini BKM düzenledi. Bana yapılan anma konseriydi. Tabii beni çok duygulandırdı. Çünkü insanın kendi mesleğindeki insanlar tarafından takdir edilmesi çok önemli. Ayrıca Türkiye’de bu kadar itilip kakılmış parçaların Türkiye’nin en büyük starlarının dilinden söylenmesi çok manidar oldu. Biz Ajda Pekkan ile ‘Karlı Kayın Ormanı’nı birlikte söyledik. Nereden nereye… Fakat insanlar benim hakkımda konuşurken bir ara kendimi ölmüş gibi hissettim (Gülüyor). Bu konserle biz de bu parçaların Türkiye için ne demek olduğunu görmüş olduk. Geceye katılan arkadaşlar büyük bir özveriyle geldiler. Hangi parçayı olsa söyleriz dediler. Mesela Özcan Deniz geldi, ‘Hepsini biliyorum hangisi olsa söylerim’ dedi, ‘Kan Çiçekleri’ ile ‘Memikoğlan’ı söyledi bir seferde.

Bu konser müziğe bir veda mı bir ara mı?
Ben şimdi bestelere devam etmek istiyorum ama turnelere çıkmayacağım. Özel konserler olabilir ara sıra. Gençler için de besteler yapacağım. Çünkü bestelerimi başkalarının dilinden dinlemek çok hoşuma gidiyor. Örneğin ‘Sevdalı Başım’ı Ajda’dan dinlemek çok hoşuma gitti.

Bu yanlış bir sistem. Demokrasinin sadece oy verme kısmını almışız diğer demokrasiyi, demokrasi yapan unsurlar yok edilmiş.

Sanatın yanında politikaya da her zaman yakın durdunuz. Halen bağımsız milletvekilisiniz. Bu konuya da kısaca değinebilir misiniz?
Ben söyledim zoraki politikacı olduğumu. Bir an evvel bu mevzudan çıkmak istiyorum. Benim politikada bir takım görevler üstlenmemim basit ve iyi niyet içeren bir nedeni vardır: Birikimlerimiz var, dünyaya ilişkilerimiz var, belirli bir olgunluk çağına gelmişiz, bunları Türkiye için de kullanabiliriz. Ama Türkiye’de politika böyle yapılmıyor. İçlerindeki % 5 – 10 iyi insanı bir kenara bırakırsak politika, Türkiye’nin kaynaklarına el koymak, rantını paylaşmak, arazilerini paylaşmak, belediyeleri aracılığıyla zenginliklerini paylaşmak için yapılan bir iş. Politika hayatta başka konularda dikiş tutturamamış insanların yükselme yolu haline gelmiş. Hayatta bir başarısı görmediğimiz insanlar bir bakıyorsunuz doğru asansöre binerse yukarı doğru çıkıyor. Herkes önünde el pençe divan duruyor. Bu yanlış bir sistem. Demokrasinin sadece oy verme kısmını almışız diğer demokrasiyi, demokrasi yapan unsurlar yok edilmiş. Parlamenter sistem işlemiyor. Parlamento diye bir şey yok. 550 milletvekili var – aralarındaki iyi arkadaşlarımı tenzih ederim, zaten onlar da üzülüyorlar – parlamento göstermelik bir şey. Kanunlar hazırlanıp geliyor, herkes partisine göre bakıyor, ne oylanıp oylanmadığını bilmeden grup başkan vekili el kaldırıyorsa el kaldırıyor, kaldırmıyorsa kaldırmıyor, geçiyor kanunlar. Sahiden o anda neye oy verdin diye sorsan emin olun çoğu bilmiyor. Böyle bir oyun, bir formalite dönüyor. Bakın 550 milletvekili ve 5000 personel. Ne yapıyorlar. Nedir bu saltanat… Ben diyorum ki genel başkanlar seçimlere girsin, aldıkları oy karşılığında onlara pul verilsin… Ben bir milletvekiliyim, hiçbir iradem yok. Bazen Türkiye’nin sorunları hakkında yazılar yazıyorum, mailler geliyor, ‘Siz milletvekili değil misiniz? Siz çözeceksiniz bunları. Niye şikayet ediyorsunuz?’ diye. Yok çözemezsin hiçbir şey yapamazsın.

MESAM’ın en önem verdiği konuklardan biri de telif hakları… Siz de bu konuda yaralısınız. Bu süreçten nasıl etkilendiniz?
Telif konusu korkunç bir yara Türkiye’de. Ben bütün eserleri ve plakları yağmalanmış biriyim. Albümlere resim koymuyordum. Resmimi bulamayanlar başkalarının resimlerini falan koyarak korsan kasetlerimi çıkardılar. Her sene bir parçam patlama yapardı ve herkes söylerdi. ‘Belalım’, ‘Leylim Ley’ birçok kişi tarafından söylendi. Her sene bir parçanız patlıyor ama siz geçinmekte zorluk çekiyorsunuz. Bütün hayatım böyle geçti. Şimdi de tam tersi bir şey başladı. Ben ondan da çok şikayetçiyim. Telif hakları konusu açılınca bazı uyanıklar gidip bütün halk türkülerini kendi üzerine yazdırdı. Benim ikinci albümüm bir türlü yayınlanmıyor. Çünkü albümde bir turna semahı vardır, birileri bu bizim babamızın bestesi demiş. Yıllardır mahkemede uğraşıyorum ama izin alıp albümü basamıyorum. Bir başka sorun da son albümde karşımıza çıktı. Şiirlerini bestelediğim Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi isimlerin varisleri MESAM haklarına razı değiliz biz şu kadar para isteriz diyorlar. Sen 35 yıl bu parçaların mücadelesini yap, TRT yasakları na uğra mahkemelere çık, şarkılar meşhur olduktan sonra albümüne koyarken senden aşırı yüksek meblağlar istesinler. Bunun da makul bir seviyeye gelmesi lazım. Ben her zaman telif haklarına saygılı oldum. 1984’de benim albümlerim Attila Özdemiroğlu’nun plak şirketi ART’den çıkıyordu. O da telif çalışmalarına başlamıştı. Ben de o zamandan beri elimden geleni yapmaya, yasaların çıkmasına katkıda bulunmaya çalışıyorum. Ama önemli olan yasaların uygulanması.

Diskografi
1973 Chants Revolutionnaires Turcs (Coodif – Belçika)
1974 Otobüs (Şlm Müziği. Helios – İsviçre.)
1975 Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz (Anatolia – İsveç)
1977 Atlının Türküsü (Yankı Plak)
1978 Nazım Türküsü (şat Plak)
1979 Alamanya beyleri (Türküola)
1979 Merhaba
1980 Günlerimiz (Balet)
1980 İnce Memet Türküsü (Türküola – Almanya)
1983 Ada (ART Plak)
1983 Zülfü Livaneli & Maria Farantouri)
1984 İstanbul Konseri (ART plak)
1985 Güneş Topla Benim İçin (Theodorakis ile)
1986 Zor Yıllar (Göksoy)
1987 Gökyüzü Herkesindir (Göksoy)
1990 Crossroads (Göksoy)
1992 Saat 4… Yoksun (Göksoy)
1995 Neylersin (Marş Müzik)
1996 Yangın Yeri (Marş Müzik)
1997 Together (Mikis Theodorakis ile)
1997 Yol (1983 yılında çevrilen Yol şlminin müziği
gecikmeli olarak Türkiye’de yayınlandı.)
1998 Nefesim Nefesine (Boyut Yayın Grubu)
1999 London Symphony Orhestra Plays Livaneli
Unutulmayanlar 1 -2 (Müyada Müzik)
2001 İlk Türküler (Ada Müzik)
2005 Hayata Dair (DMC Müzik)

Zülfü Livaneli’yle yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 2. sayısında (Ekim – Kasım 2006) yer aldı. Taner Koçak ve Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Sinan Kesgin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Murat Ateş tarafından yapıldı.