bread

65 senedir susmayan sessiz direniş: Bob Dylan

Yeni yayımladığı ‘Modern Times’ albümüyle bir kez daha liste başı olan 65 yaşındaki Bob Dylan her dönemin ruhunu müziğe dökebileceğini bir kez daha kanıtladı.  Bono’nun dediği gibi, günümüzde ne zaman iyi bir rock parçası yapılsa onda Dylan’ın gölgesi olacağını olacak…

Robert Allen Zimmerman,  24 Mayıs 1941’de Kuzey Minnesota’nın Duluth kentinde Doğu Avrupa kökenli Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Sessiz,  yuvarlak suratlı Zimmerman,  ergenlik çağını 50’li yılların bu endüstriyel ve gelenekçi  şehrinde geçirdi. Sessizliği hakkında yıllar sonra ilk kız arkadaşı Echo Helstrom şöyle diyecekti.”Sessiz direniş”. Gençlik yıllarında iki idolü vardı: “Rebel Without A Cause” fiminde gördüğü James Dean ve müziğiyle ona ilham veren Elvis Presley  (Elvis 1977 yılında öldüğünde Bob Dylan bir hafta kimseyle konuşmadı). Ailesinin sahip olduğu ev eşyaları dükkanı iyi iş yaptığından yaşıtlarına göre daha yüksek standartlı bir yeniyetmelik  yaşadı. 11- 12 yaşında turkuaz renginde Sears Roebuck marka gitarı vardı. 15 yaşında ise ikinci el Harley Davidson motosikletle dolaşıyordu. O dönemlerde Louisiana ve Arkansas’dan yayın yapan siyahi radyoları ve R&B müziği keşfetti. 1955 yılında orta okuldayken ilk grubu “Golde Chords”u kurdu. Grupta piyano,  gitar, armonika ve vokalleri üstlenmişti. Ancak 20 yaşındaki Little Richard’ın radyolardan yükselen trans,  kilise müziği ve R&B’u biraraya getiren sound’unu duyunca çok etkilendi. “Tutti Frutti” “Long Tall Sally” gibi Little Richard parçalarını söylemeye kalkınca grup arkadaşları itiraz ettiler. Genç Zimmermen ilk grubundan böylece ayrılmış oldu.

16 yaşında John Steinbeck okuyan ve siyah radyolardan blues dinleyen Bob, ırk ayrımcığı ve sınıf farkının bilincine varmıştı. Yaşadığı kasabanın ve hatta Minnesota’nin dışında bir hayatı merak ediyordu. Böyle bir hayatı ona sadece gitarının  sağlayabileceğini anlamıştı.

İLK AŞK
1957’de, uzun sarı saçlı, deri motosiklet ceketi ile jean giyip onun gibi siyahi radyoları dinleyen Echo Helstom’a aşık oldu. Bu ilk aşk ailede biraz tansiyon yükseltti çünkü Bob’un ailesi Rotary ve Ticaret Odası üyesi saygın bir aile iken Echo’nun ailesi bir karavanda yaşıyordu. Aslında bu ilişki Bob’un ailesine ve geleneksel tutucu çevresine bir başkaldırıydı. John Steinbeck okuyan ve siyah radyolardan blues dinleyen Bob, ırk ayrımcığı ve sınıf farkının bilincine varmıştı. Yaşadığı kasabanın ve hatta Minnesota’nin dışında bir hayatı merak ediyordu. Böyle bir hayatı ona sadece gitarının  sağlayabileceğini anlamıştı.

Her fırsatta küçük konserler için civardaki kentlere gitmeye başladı. Kurduğu gruplar sürekli değişiyordu. “The Shadow Blasters”,  “The Satin Tones” , “Elston Gunn” ve “Rock Boppers” bunlardan birkaçıydı. Rotary kulubüne üye bir mağaza sahibinin oğlu olmak ona yeterince ilginç gelmiyordu. İnsanların üzerinde istediği etkiyi yaratabilmek için hakkında mitler oluşturmaya başladı. Oklohomalı bir öksüz olduğunu,  küçüklüğünden beri karnavallarda çalıştığını,  gitar çalma tekniğini New Mexico’lu yaşlı bir zenci müzisyenden öğrendiğini söylüyordu. O doğuştan yıldızdı ve kendi kişiliğinin yanı sıra bir de kurgu kişiliğe sahip olması gerektiğini anlamıştı. Bu imaj insanları hem çekecek hem de bir adım uzakta tutacaktı.  Yıllar sonra bu konuda şöyle diyecekti “Ben sadece Bob Dylan olmam gerektiğinde Bob Dylan’ım. Geri kalan vakitlerde sadece kendimim”.

Öncelikle kendine basit bir Amerikan soyadı buldu: “Dillon” (Önceleri böyle yazıyordu). Bu isim için bir televizyon dizisi olan Gunsmoke’un  kahramanı Matt Dillon’dan esinlendiği sanılıyor.  1958 yılında kız arkadaşı Echo’dan ayrılan Bob,  müzik konusunda ciddileşmeye başlamıştı. 1959 Ocak ayında gittiği bir konser onu çok etkiledi. “Kış Dans Partisi” adı altında düzenlenen konserde 22 yaşındaki Buddy Holly’nin  “That’ll Be The Day” “Peggy Sue” gibi parçalarında Bob Zimmerman aradığı country ve R&B karışımı sound’u bulmuştu. Ne yazık ki bu konserden 5 gün sonra Buddy Holly ve müzisyenler,  Richie Valens ve Big Bopper’ı taşıyan tek motorlu uçak Minneapolis’in güneyinde düştü.

İnsanların üzerinde istediği etkiyi yaratabilmek için hakkında mitler oluşturmaya başladı. Oklohomalı bir öksüz olduğunu,  küçüklüğünden beri karnavallarda çalıştığını,  gitar çalma tekniğini New Mexico’lu yaşlı bir zenci müzisyenden öğrendiğini söylüyordu. O doğuştan yıldızdı ve kendi kişiliğinin yanı sıra bir de kurgu kişiliğe sahip olması gerektiğini anlamıştı

WOODIE GUTRIE’Yİ ZİYARET
1959 yazında liseden mezun olan Bob,  Fargo’ya giderek bir Coffee House’da garsonluk yapmaya başladı. Burada The Shadows grubundan, Velline kardeşlerin dikkatini çekerek onlara piyanoda eşlik etti. Birkaç ay sonra Shadows,  “Suzzy Baby” parçasıyla listelerdeydi.

Yaz bitince Bob ailesinin de ısrarıyla Minneapolis Üniversitesi’ne yazıldı. Bunun en iyi yanı yerel bohemlerin takıldığı bir bölge olan Dinkytown’daki sosyal hayata katılmasıydı. Beat jenerasyonun izlerini taşıyan Dinkytown,  Greenwich Village taklidi bir yerdi ve Bob burada çok merak ettiği bir dünyaya adım attı: “aşk,  şarap,  şiir, caz”. Ayrıca otorite karşıtı politik tavrı da gelişmeye başladı. Woodie Guthrie,  Pete Seeger gibi protest folk şarkıcıların,  azınlıklara ve işçi sınıfına yapılan haksızlıklardan bahseden  parçalarından çok etkilendi. Bu arada Purple House adlı bir Coffee House’da sahneye çıkmaya başladı. Üniversite ona fazla bir şey vermiyordu. O şairlerin,  ressamların,  işsizlerin yanında daha fazla şey öğreniyordu. Bu insanların yanında Kerouac’ın “Yolda”sını,  Ginsberg’in “Howl” unu keşfetti. Ve kısa bir süre sonra ilk parçası “One – Eyed Jack” i yazdı. Bu arada Woody Guthrie’nin otobiyografisi “Bound For Glory”i okumuş ve hayran kalmıştı. Yıllar sonra bu kitabın hayatını değiştirdiğini kabul edecekti. Woody Guthrie ona beyazların da bir zerafetle blues söyleyebileceğini ve insanların tavırlarını etkileyebileceğini göstermişti. En büyük fantezisi o sıralar bir New Jersey Hastanesi’nde yatan 48 yaşındaki Guthrie’yi ziyaret edebilmekti. Ve 1961’in soğuk bir Ocak gününde 20 yaşındaki Bob Dylan (Bu arada ismini böyle yazmaya başlamıştı) New York’a ayak bastı.

New York’da doğru Greenwich Village’a giden Dylan,  burada “Cafe Wha?” da sahneye çıkmaya başladı. İdölü Woody Guthrie’yi hastanede ziyaret edip ona birkaç şarkı çalmayı da  ihmal etmedi. Guthrie onu hafta sonları kaldığı bir dostunun evine davet etti. Böylece Bob Dylan, Guthrie geleneğine bağlı ünlü folk şarkıcılarıyla tanışma fırsatına sahip oldu. Bunların arasında Pete Seeger , Cisco Houston,  Ramblin’ Jack Elliott gibi isimler vardı. New York’ta tanıştığı sanatçılar Bob Dylan’ın gençliğinden,  yeteneğinden,  Huckleberry Finn ve Charlie Chaplin karışımı saf görünüşünden ve ince mizah anlayışından etkileniyorlardı. Dylan bu dönemde ilk gerçek bestesi “Song to Woody”i yaptı. Village’deki müzisyenlerden o kadar çok şey kaptı ki “House Of Rising Sun”ı , hayatını bir New Orleans genelevinin terasında geçirip hayat hakkında öğrenmesi gereken her şeyi öğrenmiş yaşlı bir adam edasıyla  söylüyordu.

Woody Guthrie’nin otobiyografisi “Bound For Glory”i okumuş ve hayran kalmıştı. Yıllar sonra bu kitabın hayatını değiştirdiğini kabul edecekti. Woody Guthrie ona beyazların da bir zerafetle blues söyleyebileceğini ve insanların tavırlarını etkileyebileceğini göstermişti.

COLUMBIA RECORDS İLE ANLAŞMA
Onun armonika çalışına kapılan genç kızlardan biri olan Susan Rotolo ile tanıştığında kızın politik aktivist tavrından etkilendi. McCarthy ve nükleer silahlanma karşıtı gösterilere katılan Suze’den ayrıca Rimbaud,  Verlaine, Baudelaire gibi şairleri öğrendi.  Dylan’ın,  efsane Mississippi blues’cu John Lee Hooker’ın bir konserinde ön grup olarak yer almasının ardından New York Times’ın müzik kritiği  Robert Sheldon onunla ilgili yüreklendirici bir yazı yazdı. Bu yazı Colombia Records’dan John Hammond’ın ilgisini çekti. Stüdyoya davet edilen Dylan bu buluşmanın ardından Colombia Record’un sanatçıları arasına katıldı.

19 Mart 1962’de ilk albümü “Bob Dylan” yayınlandı. “You’re No Good” ,  “House Of Rising Sun” , “Baby Let Me Follow You Down” gibi cover parçaların yanı sıra orijinal iki parçası vardı. ”Talking New York” ve “Song To Woody” . Sadece 5000 kopya satan albüm büyük bir başarı getirmedi. Bu arada konser vermeye devam eden Dylan yeni şarkı yazmaya konsantre oldu. Suze ile yaşadığı küçük dairenin yemek masasının üstünde Dylan’ı kitlelere sevdirecek olan “Blowin’ in The Wind” yazıldı. Ancak ayrılık  gecikmedi. Suze’un sanat tarihi okumak için İtalya’ya gitmesi Dylan’ı çok yaraladı. Bu aşk acısının iki meyvesi oldu “ Tomorrow is A Long Time” ve “Don’t Think Twice”.  Bu arada BBC’nin “The Madhouse on Castle Street” adlı televizyon dizisinde anarşist bir öğrenciyi canlandırmak üzere İngiltere’ye gitti. Burada İngiltere’nin önde gelen folk sahnelerinde şarkılarını seslendirdi. İkinci albüm “Freewheelin” 27 Mayıs 1963 yılında yayınlandığında “Blowin’ ın The Wind”in dışında “Masters Of War” “A Hard  Rain’s Gonna Fall” gibi güçlü şarkılar içeriyordu.

Greenwich Village’deki müzisyenlerden o kadar çok şey kaptı ki “House Of Rising Sun”ı , hayatını bir New Orleans genelevinin terasında geçirip hayat hakkında öğrenmesi gereken her şeyi öğrenmiş yaşlı bir adam edasıyla söylüyordu.

JOAN BAEZ İLE  TANIŞMA
Dylan’ın parçaları 60’ların isyankar öğrencilerine ilham veriyordu. O James Dean’in,  James Joyce okuyarak dolaşan bir versiyonuydu. Bu sıralarda Suze Rotolo tekrar Amerika’ya dönmüştü. Ancak Dylan,  hayatının diğer bir önemli kadınıyla tanışmıştı. Monterey Folk Festivali’nde o sıralar folk müzik dünyasında tanınan bir isim olan Joan Baez ile tanıştı. Bir süe sonra Newport Festivali’nde Baez,  Pete Seeger,  Theodore Bikel ve Freedom Singers ile sahneye çıkıp “We Shall Overcome” parçasını seslendirdi. Bu dönemde “Blowin’ in The Wind” listelerde yükselmeye başlamıştı.

Joan Baez ile Bob Dylan’ın arasındaki yakınlık kısa zamanda aşka dönüştü. Eylül 1963’de “Washington Yürüyüşü” sırasında birlikte şarkı söylediler. Bob Dylan ve Baez sesleri birbirlerine hiç uymasa da temsil ettikleri değerler nedeniyle halk tarafından çok sevilen bir ikili olmuşlardı. Aralık 1963’de Başkan Kennedy suikastinden üç hafta sonra,  Sivil Özgürlükler Komitesi tarafından verilen “Paine Ödülü”nü almak için kürsüye sarhoş bir şekilde çıkınca büyük tepki topladı.

1963’ün sonlarında Dylan Amerika’nın en çok konuşulan şarkıcısıydı. Ama ona karşı yıpratma politikası da başlamıştı. Newsweek’de yayınlanan bir makalede “Blowin’ In The Wind”i başka bir söz yazarından çaldığı iddia ediliyordu. Ocak 1964’de üçüncü albümü “The Times They Are A – Changing” çıktı. Bir Orta Amerika konser dizisinden sonra mayıs ayında İngiltere’ye giderek Royal Festival Hall’da 3000 kişinin karşısında konser verdi. İngiltere o sıralar Beatles,  The Rolling Stones,  the Kinks  gibi gruplar tarafından sallanıyordu. Şimdi bu grupların fanları Dylan için de kuyruğa girmişler ve onun tarzına hayran olmuşlardı. Bu konserden sonra Yunanistan’a tatile giden Dylan,  burada 15 şarkı yazdı ve dönüşte bir günde Colombia stüdyolarında onları kaydetti. Dördüncü albüm Ağustos 1964’de yayınlandı “The Other Side Of Bob Dylan”. Politik yerine kişisel olan bu albümün başlıca parçaları “Chimes Of Freedom” ve “It Ain’t Me Babe” idi.
Dylan’ın etkileri Atlantik’in diğer yakasında da hissediliyordu. Beatles’ın “Beatles For Sale” albümü yayınlandığında Lennon’un “I’m A Loser” parçası bu etkileri açığa vuruyordu. The Animals grubu “Baby Let Me Follow You Down” ve “House Of Rising Sun” gibi Dylan’ın ilk albümünde yer alan parçaların versiyonlarıyla listelerde yükselmekteydi.
Bob Dylan  ise müziğinde büyük bir değişim sürecine girmişti. Folk temelli müziği rock and roll ile harmanlamaya karar vermişti. Ocak ayında Columbia Stüdyolarına girdiğinde iki elektrikli gitar müzisyeni yanındaydı. Yeni albümü “Bringing It All Back Home” ,  “It’s Alright Ma” ,  “Mr Tambourine Man” gibi parçaların yanı sıra “Subterranean Homesick Blues” gibi bir elektrik blues parçasını da içeriyordu. Dylan albüm yayınlanana kadar Baez ile Amerika’da bir dizi konsere çıktı. Albüm yayınlandığında ise Top 10’de yerini aldı.

Dylan’ın parçaları 60’ların isyankar öğrencilerine ilham veriyordu. O James Dean’in,  James Joyce okuyarak dolaşan bir versiyonuydu. Monterey Folk Festivali’nde o sıralar folk müzik dünyasında tanınan bir isim olan Joan Baez ile tanıştı. Joan Baez ile Bob Dylan’ın arasındaki yakınlık kısa zamanda aşka dönüştü. Eylül 1963’de “Washington Yürüyüşü” sırasında birlikte şarkı söylediler. Bob Dylan ve Baez sesleri birbirlerine hiç uymasa da temsil ettikleri değerler nedeniyle halk tarafından çok sevilen bir ikili olmuşlardı.

MİLYONLARCA SATAN İLK SINGLE
Albümün yayınlanmasından sonra İngiltere’ye giden Dylan’a Joan Baez de eşlik etti. Ama konserde sahneye davet edilmemesine çok içerledi. Dylan bu konuda “Ona hiçbir şey borçlu değilim” demişti. İngiltere turnesi D. A Pennebaker’ın “Don’t Look Back” adlı belgeseliyle ölümsüzleşti. Turnede yaşanan herşey olduğu gibi bu “cinema verité” eserinde gözler önüne serildi. Bu arada The Byrds’ün elektrikli gitarlarla yaptığı “Mr Tambourine Man” versiyonu 1965’in  folk rock sound’unu belirlemişti. Haziran 1965’de The Byrds,  Amerika ve İngiltere listelerinde bir numarayken,  Dylan stüdyoya girip bütün bir gününü tek parçayı kaydetmekle uğraştı. Parça “ Like A Rolling Stone”du. Bob Dylan sonunda müziğinin nasıl birşey olması gerektiğini bulmuştu. “Like A Rolling Stone”, Bob Dylan’ın milyonlarca satan ilk single’ı oldu.Birkaç ay sonra Newport Festivali’nde puantiyeli gömleği,  dar siyah pantolonu ve ray – ban gözlükleriyle sahneye çıkan Dylan,  daha çok dandy İngiliz rock şarkıcılarına benziyordu.

İlk defa akustik jumbo gitarını bir kenara koyup siyah Black Fender Stratocaster’ını eline almıştı. “Maggie’s Farm” parçasının elektikli gitarlar eşliğindeki ilk notaları,  tutucu folk dinleyicilerin tüylerini diken diken etmişti. Seyirciyi yatıştırmak için birkaç akustik parça çalan Dylan artık folk dinleyicisini kaybettiğini anlamıştı. Altıncı albümü “Highway 61 Revisited”ın yayınlanmasının ardından The Hawks’ı arkasına aldığı Forest Hill konserinde 15.000 kişinin karşısına çıktı. Ancak dinleyiciler yeni tarzını protesto ettiler.

25 Kasım 1965’de bir süredir tanıdığı Sara Lowndes ile gizlice evlendi. Bu olaya en çok üzülen Dylan’a vurgun olan Andy Warhol protegé’si Eddie Sedwick’ti. Dylan’ın “Just Like A Woman” parçasını,  60’ların seks,  uyuşturucu yoğrulu hikayelerinden en trajiklerinden birini yaşayan ve 1971 yılında ölen Sedwick’e yazdığı söylenir. 1966’da “yapmak istediğim müziğe en çok yaklaştığım albüm” diye adlandırdığı “Blonde On Blonde” yayınlandı.  Bu albümün ardından çıktığı Avustralya ve Avrupa turnelerinde “Siz protest bir müzisyen misiniz?” sorularına deli olarak “Siz söyleyin ben neyse protesto edeyim” diye cevap veriyordu.

Dylan’ın etkileri Atlantik’in diğer yakasında da hissediliyordu. Beatles’ın “Beatles For Sale” albümü yayınlandığında Lennon’un “I’m A Loser” parçası bu etkileri açığa vuruyordu. The Animals grubu “Baby Let Me Follow You Down” ve “House Of Rising Sun” gibi Dylan’ın ilk albümünde yer alan parçaların versiyonlarıyla listelerde yükselmekteydi.

HAYATINI DEĞİŞTİREN KAZA
29 Temmuz 1966’da Woodstuck ‘daki evine giderken motosikletiyle bir kaza yaptı. Bu kaza hayatının seyrini değiştirdi. Çatlayan kaburgası yüzünden bir hafta hastanede kalması gerekmişti. Bob Dylan kazadan sonraki 18 aylık dönemi ailesiyle geçirmeyi ve dinlenmeyi seçti. Bu dönemde öldüğüne veya sakatlandığına dair birçok dedikodu etrafta dolaştı. Dinlenme dönemi bittiğinde yeniden the Hawks ile çalışmaya başlayan Dylan’ın müziği kazadan önceki , amphetamine yüklü çılgın müzikten çok farklıydı. Elektrik gitarlar ve orglarla güçlenmiş gotik sound’un yerine akustik gitara eşlik eden sakin bir bas,  davul ve armonika ile işlenmiş basit ve saf bir sound yakalamıştı. Çalışmaların ardından adını the “Band” olarak değiştiren the Hawks ilk albümleri “Music From The Big Pink”i 1968’de yayınladı. Bob Dylan da aynı dönemde “John Wesley Harding”   albümünü çıkardı. Jimi Hendrix,  The Who,  Cream ve Jefferson Airplane bol gürültülü acid ve trippy müziklerini icra ederken Dylan sadeliğe dönmüştü.

Daha önce yayınlanmamış parçalardan oluşan toplama albüm “Great White Wonder” dan sonra “Nashville Skyline” yayınlandı. Bu albümden çıkan “Lay Lady Lay” İngiltere’de bir numara, Amerika’da da üç numaraya kadar yükseldi. İngiltere’deki “Isle Of Wight” konserinden sonra Amerika’ya dönüşte Woodstuck’dan taşınmaya karar verdi. Artık karısının bir önceki evliliğinden olan kızı da dahil olmak üzere iki kızı ve bir oğlu vardı. “Woodstuck Nation”dan yaka silken Dylan,  tam da Woodstuck Festivali’nin gerçekleşmesiyle işler çığrından çıkınca bölgeden taşındı. Ardından “Self Portrait” adında bir double albüm yaptı.

Ekim 1970’de “New Morning “albümü çıktı. Ardından 1966’da yazdığı ama yayınlamadığı ilk kitabı “Tarantula” yayınlandı.Bu arada İsrail’e gitmesi,  o güne kadar umursamadığı Yahudi kökeniyle onu yüzyüze getirmişti. Bu yolculuktan sonra ruhani konulara eğilmeye başladı.New York’a dönüşünde Bangladeşli göçmenler yararına George Harrison ve Ravi Shankar’ın da katıldığı bir konserde sahne aldı.

Bob Dylan’ın bir beyaz perde tecrübesi de “Pat Garrett ve Billy The Kid” filminde üstlendiği “Alias” rolüydü. Meksika’nın Durango şehrinde çekilen filmde Kris Kristofferson “Billy”i,  James Coburn de “Pat Garrett”ı canlandırıyordu. Filmin soundtrack’inde bulunan “Knockin’ On Heaven’s Door” büyük hit oldu.

1973’de Colombia Records’dan ayrılıp Asylum Records’la kısa süreli bir anlaşma yaptı. Colombia buna hiç de yakışık almayan bir tavırla,  elindeki bazı kayıtları birleştirerek “Dylan” adıyla ortaya bir albüm sürerek karşılık verdi. Band ile birlikte stüdyoya giren Dylan ise “Planet Waves”i adlı albümü yayınladı. Ardından çıktığı turnenin konser albümü ise “Before The Flood” adıyla yayınlandı. 1974’de ise yeniden Colombia Records ile uzun süreli bir anlaşma yaptı. Bu arada Norman Raeben adında eski bir boksörün felsefe ve resim derslerine katılıyordu. Evliliği kötü gitmeye başlamıştı. Bu dönemde “Blood In The Track” albümünde yer alacak şarkılar biçimlenmeye başlamıştı. Acı çekiyordu ve duygularını sanata dökmeyi yine başarmıştı. “Blood On the Tracks” kazadan beri yaptığı en iyi albümdü.

Mayıs 1975’de Güney Fransa’daki “Les Saintes Maries de la Mer” festivaline katıldı. Tüm Avrupa’dan gelen çingeneler burada “Black Madonna”nın onuruna toplanıyordu. “One More Cup Of Coffee”nin tohumları burada atıldı. Çok geçmeden Eric Clapton,  Emmylou Harris gibi müzisyenlerinde aralarında yer aldığı bir ekiple stüdyoya girdi ve “Desire” albümünü kaydetti.

Like A Rolling Stone”, Bob Dylan’ın milyonlarca satan ilk single’ı oldu.Birkaç ay sonra Newport Festivali’nde puantiyeli gömleği,  dar siyah pantolonu ve ray – ban gözlükleriyle sahneye çıkan Dylan,  daha çok dandy İngiliz rock şarkıcılarına benziyordu. İlk defa akustik jumbo gitarını bir kenara koyup siyah Black Fender Stratocaster’ını eline almıştı.

ROLLING THUNDER REVUE
30 Ekim 1975’de 17. ve 18. yy İtalyan Comedie dell’arte gruplarından esinlenerek ortaya çıkardığı “Rolling Thunder Revue” konser ve gösterilerine başladı. Bu konserlerde çok eski dostlarını biraraya getirmişti. Jack Elliott,  Joan Baez,  Allen Ginsberg, Bobby Neuwirth ve Ronnie Hawkins bunlar arasındaydı. Bazı showlarda çeşitli dadaist numaralar yapıp Baez’i Dylan gibi giydirip anons ederek sahneye çıkartıyorlardı. Ancak Dylan’ın karısı Sara da birkaç gösteriye gelip Dylan ve Baez arasındaki yakınlığı görünce ortalık gerilmişti.

1977’de Sara ve Dylan çocukları Jesse, Anna,  Samuel ve Jacob’un velayeti konusunda uzun tartışmalardan sonra boşandılar.  Dylan bir Uzakdoğu turnesine çıktı ve Tokyo’daki konser “Bob Dylan At Budokan” adıyla yayınlandı. Ardından”Street Legal” albümü çıktı. Bunu Avrupa konserleri izledi. 17 Kasım 1978’de yine hayatını değiştirecek bir olay oldu. Bir konser sırasında dinleyicilerden biri sahneye  küçük gümüş bir haç attı. Normalde böyle şeylere dokunmazdı ama onu yerden aldı. Birkaç gece sonra otel odasında depresif ve hayata küsmüş bir şekilde otururken elini cebine atıp bu haçı buldu. Daha sonra bu deneyimini o anda odada İsa’nin varlığını hissettiğini söyleyerek açıklayacaktı. Böylece Dylan’da yeniden doğmuş Hristianların arasına katıldı.
Dire Straits’in müthiş gitaristi Mark Knofler ile beraber bir sonraki albümü “Slow Train Coming” i yaptı. Albüm olabildiğince funky bir albümdü.. Şubat 1980’de bu albümde bulunan “Gotta Serve Somebody” ile “En İyi Rock Erkek Vokal” kategorisinde Grammy ödülü aldı. “Saved” ve “Shot Of Love” albümlerinden sonra 1982’de bir süreliğine köşesine çekilen Dylan,  1983’de Mark Knofler ile “Infidels” albümünü yaptı. Bu albümde Dylan’ın 80’li yıllarda yaptığı en iyi parçalar yer alıyordu.

1984’de a “Jokerman” ve “Sweetheart Like You” parçalarının promosyonu için iki klip çekti. Daha sonra Joan Baez ve Carlos Santana ile aynı sahneyi paylaştığı Avrupa konserleri verdi. Joan Baez , Dylan ile yaşadıklarını dokunaklı bir şekilde “Diamonds and Rust” parçasında dile getirdi.  1985’de Bob Geldof’un Etyopya’daki açlığı gündeme getirmek için organize ettiği  “Band Aid” konserlerinin Amerikan versiyonu olan “We Are The World” kapsamında Lionel Richie,  Ray Charles ve Bruce Springsteen gibi sanatçıların yanı sıra sahne aldı. Bu konserlerde Amerika’nın orta batısındaki çiftçilerin ekonomik problemlerine dikkat çekti. Böylece Willie Nelson ve John Cougar Mellencamp’ın da katıldığı “Farm Aid” konserlerine ön ayak oldu. Bu konserlerde Dylan,  Tom Petty and The Heartbreakers ile sahne aldı. Bu arada “Empire Burlesque” ve “Knocked Out Loaded” gibi iki çok da başarılı olmayan iki albümü yayınladı. 13 Kasım 1985’de Colombia Records,  Dylan’ın müzik kariyerindeki 25. yılı ve 35 milyonluk plak satışı onuruna bir parti verdi. Partiye  Lou Reed,  Judy Collins,  Billy Joel gibi müzisyenler  katıldı. Richard Marquand’ın yönetmenliğini üstlendiği “Hearts Of Fire”da  Rupert Everett ve Fiona Flanagan ile başrolleri paylaştı. Film sadece bir hafta vizyonda kalabildi.

30 Ekim 1975’de 17. ve 18. yy İtalyan Comedie dell’arte gruplarından esinlenerek ortaya çıkardığı “Rolling Thunder Revue” konser ve gösterilerine başladı. Bu konserlerde çok eski dostlarını biraraya getirmişti. Jack Elliott,  Joan Baez,  Allen Ginsberg, Bobby Neuwirth ve Ronnie Hawkins bunlar arasındaydı

ÖMÜR BOYU BAŞARI ÖDÜLÜ
20 Ocak 1988’de New York’da,  Bruce Springsteen eline mikrofonu alıp Bob Dylan hakkında bir konuşma yaptı. Annesinin arabasında ilk defa  “Like A Rolling Stone”u dinlediğinde nasıl etkilendiğini anlatıp,  onun bir devrimci olduğunu ve günümüzde ne zaman iyi bir rock parçası yapılsa onda Dylan’ın gölgesi olacağını söyledi. Dylan bir pop parçasının nasıl dünyayı içine alabileceğini göstermiş,  pop şarkıcılarını çevreleyen sınırların ötesine geçmişti. Böylece Dylan 30 yıl önce kendisine ilham veren ölü ve diri idöllerin mertebesine yükseldi.

Bob Dylan,  George Harrison,  Roy Orbison,  Jeff Lynne ve Tom Petty ile “Traveling Wilburys” grubunda yer aldı. Hepsinin takma adlarla katıldığı  albüm büyük başarı sağladı. Ne yazık ki albümün çıkışından birkaç hafta sonra Roy Orbison hayatını kaybetti. 1989 yılında Dylan,  U2’nun prodüktörü Daniel Lanois ile “Oh Mercy” albümünü hazırladı. Bu “Blood On the Tracks”dan sonraki en iyi albümü oldu. 1990’daki “Under The Red Sky” ise bir hayal kırıklığı idi. 1991 Ocak ayında Grammy töreninde Dylan’a “Ömürboyu Başarı” ödülü verildi.

Bob Dylan’ın 80’li yıllarda çok ses getirmeyen albümlerinin ardından 1997’de çıkan ‘Time Out Of  Mind’ herkesi şok etti. Çok başarılı bir albümdü, üstelik geçmiş başarılara da yaslanmıyordu. Bob Dylan yeni, sakin bir sound ile diğer yüzünü gösteriyordu.  2001 yılındaki ‘Love & Theft’de aynı başlarıyı tekrarladı. Country – blues’dan, ragtime’a, vodvil’e, kokteyl bar köşesi şarkılarından rock’a kadar Amerika’nın müzik haritasının dökümüydü. Love & Theft’den beş sene sonra ise Bob Dylan 65 yaşında onu yine liste başı yapan bir albüme imza attı ‘Modern Times’. 68’li yıllarda Vietnam savaşına karşı harekette en önde yürüyen Bob Dylan, yaşıtları birer birer tarihin tozlu arşivlerine karışırken yaş ve ülke sınırı tanımadığını ve şarkılarının sonsuza kadar her nesil tarafından taşınacağını kanıtladı…

13 Kasım 1985’de Colombia Records,  Dylan’ın müzik kariyerindeki 25. yılı ve 35 milyonluk plak satışı onuruna bir parti verdi. Partiye  Lou Reed,  Judy Collins,  Billy Joel gibi müzisyenler  katıldı. 1991 Ocak ayında Grammy töreninde Dylan’a “Ömürboyu Başarı” ödülü verildi.

Bob Dylon hakkındaki bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 2. sayısında (Ekim – Kasım 2006) yer aldı. Esra Okutan tarafından derlenen yazının görselleri Uncut dergisinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Murat Ateş tarafından yapıldı.