bread

Aşkın Nur Yengi: Şarkıların yeniden hatırlanma hakkı

Klasikleşmiş şarkılarını yeniden yorumlayan Aşkın Nur Yengi, müzik piyasasına içeriden ve eleştirel yaklaşımıyla dikkat çekiyor.

“Aşkın Şarkıları” adlı geçmiş albümlerinden en sevilen parçalarının akustik yorumlarının yer aldığı albümüyle karşımıza çıkan Aşkın Nur Yengi, müzik piyasasındaki yozlaşmanın tehlikeli boyutlara ulaştığını, müzik gibi duygu yüklü paylaşımlara mecra olan alanda şimdilerde serbest piyasa ekonomisinin kurallarının geçerli olduğunu söylüyor. Onu ilk sahnede gördüğümüzde konservatuvar öğrencisiydi ve Sezen Aksu’ya vokal yapıyordu. Sonra 90’lı yıllarda kolaylıkla fark yaratan ses rengiyle birdenbire patladı ve çıkardığı ilk albümle 2 milyon gibi kolay kolay ulaşılamayacak bir satış rakamı yakaladı. Sonra televizyon dizileri, müzikaller, sinema filmleri geldi. Ardından da “sadakati en yüksek” izleyicisi, Nazlı’sıyla tanıştığı annelik heyecanını yaşadı. Artık farklı bir duyuşun ritmi sarmış olmalı ki ruhunu, eski parçalarını yeniden, bu kez akustik versiyonlarla yorumladığı bir “best of” albüm hazırladı. Şimdilerde TRT’de “Altın Adımlar” adlı yarışma programında jüri üyeliği yapan Aşkın Nur Yengi ile müzikle tanışmasından bugünlere bir yolculuğa çıktık.

Konservatuvar geçmişiniz var. Müziğe nasıl yönlendiniz? Banyoda şarkı söyleyerek başladım gibi bir hikayeniz yok herhalde…
Tabii ki öyle değil ama çocukken apartman boşluklarında şarkı söylerdim. Küçük ablam, konservatuvardaydı. O enstrüman çalması ve şarkı söylemesiyle bir model olarak hep önümdeydi. Annemin ve babamın da sesi çok güzeldir. Evin içerisinde hep bir müzikal muhabbet vardı. Rahmetli babam benim müzisyen olmamı çok isterdi. Sonra konservatuvar sınavlarına girdim ve hepsini kazandım.

Çok rol model varmış, sizi yönlendirecek.
Bilmiyorum, birazcık şans da işin içerisindeydi. Yeteneğimin aslında farkında olmadan farkındaydım. Kendime güveniyordum ama bu kadar da yetenekli olduğumu bilmiyordum açıkçası. Çünkü hangi notayı vursalar, aynısını çıkarıyordum. Sonra tercih yapmak söz konusu oldu. Ablam Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’ndaydı. Ben Yıldız Üniversitesi Konservatuvarı’nı istedim. Çünkü klasik müzik eğitimi almak ve çello çalmak istiyordum.

Çelloyu seçtim ama elim küçük olduğu için müzik öğretmenleri bu enstrümanı bana uygun görmediler. Hatta “çalamaz” diye önce rapor ettiler. Bunun üzerine hırs yaptım ve çelloyu öğrendim.

Neden çello peki?
Kanun ve ud gibi Klasik Türk Müziği enstrümanları çalmak istemiyordum. Çelloyu seçtim ama elim küçük olduğu için müzik öğretmenleri bu enstrümanı bana uygun görmediler. Hatta “çalamaz” diye önce rapor ettiler. Bunun üzerine hırs yaptım ve çelloyu öğrendim. Böylece en azından klasik müzik enstrümanı çalarak başlangıçta belirlediğim bir hedefe ulaşmış oldum.

Çellist olmaktan yorumcu olmaya nasıl geçtiniz?
Küçük ablam Süheyla, Sezen ablanın (Aksu) vokalistliğini yapıyordu. Hamileliği söz konusu olunca belli bir aya kadar çalıştı, ondan sonra vokalist aranmaya başlandı. Benim de konservatuvarda okuduğum biliniyordu. Hadi gel seni bir dinleyelim dediler. Ben o dönemde Şan Tiyatrosu’ndaki bir müzikalde çello çalmak üzereydim. Fakat heyecandan çalamadım. Şarkı söyledim. Böylece beni bugünlere getiren olaylar başlamış oldu. Anlıktır, tesadüftür ya hayat, işte böyle anlık bir olay oldu.

Yorumcu olduğunuza pişmanlık duydunuz mu?
Tabii ki duymadım. Şarkı söylemeyi sonradan sevdim. Ama bu kadar uzun soluklu olacağını bilmiyordum çünkü baştan böyle bir yol çizmemiştim kendime. 12-13 yaşlarındaydım, o zamanlar. Ama altın bilezik takmak için de bütün bu zorluklardan geçmek gerekiyor. Bazı insanlar kendi şansları ve başarılarını kendileri yaratıyorlar.

Yorumcu kimliğiniz geliştikçe Türk Sanat Müziği albümü yapmayı hiç düşündünüz mü?
Hayır, çünkü sahnede gerektiği yerlerde zaten Türk Sanat Müziği’nden çeşitli eserleri biraz daha modern bir formda icra ediyordum. Neticede benim yaptığım da Batı müziği enstrümanlarıyla pop müzikti. Dolayısıyla klasik bir eser söylemem gerekiyorsa, kendi enstrümanlarımızla pop tarzına yakın söylüyorum. Sahnede Dede Efendi’den bir eser istemiyorlar haliyle.

Müzikal anlamda Onno Tunç ve Uzay Heparı’nın kariyerinizde önemli bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Müzikal anlamda Onno Tunç Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi ve en önemli dehalarından biridir. Onun yerini dolduramadı hiç kimse. Onun gibiler çok da kolay gelmiyor dünyaya. Uzay Heparı da öyleydi. Uzay’ı da kaybettik. Şimdiki müzisyenler de çok akıllılar ve işlerinde başarılılar ama hepsi genelde kendilerini para hükümdarlığına kaptırmışlar. Her şey para onlar için. Benim hayatımda şarkıcı olarak müziğin önüne hiçbir şey geçmedi. Müziğin olmadığı yerde ben de olmak istemedim ve bu yüzden pek çok avantajlı teklifi reddettim. 60 konserlik Avrupa turneleri önerildi. Gitmedim. Çünkü orkestranın canlı çalmadığı bir yerde ben de kendi hükmümü sürdüremem. Tatminsizlik yaşarım. O yüzden bazı dengeler şu anda çok memnun edici boyutta değil. Müzisyenler artık müzikten çok parayla ilgililer.

Evet son dönemde basına yansıyan böyle bir eleştiriniz de var …
Kimin kapısını çalsan, paran var mı diye soruyor. Zaten MESAM’a üyeyseniz haklarınız ödeniyor bir şekilde. Elbette, harcanan bir emeğin mutlak bir karşılığı olacaktır ama “İçimden bir rakam tutayım da onu söyleyeyim” diyerek uçmamak lazım. Bu benim değil müzik sektörüyle ilgili bir sorun. Benim de başıma geldi ayrıca.

Üç yıl aradan sonra, eski klasikleşmiş şarkılarınızla albüm yapma fikri de bu düşünceden mi doğdu?
Hayır, asla değil. Sebep şudur, yeni jenerasyon bu şarkıları bilmiyor. Yeni jenerasyon maalesef sürekli fast food şarkılar dinliyor.

Mesela?
Bir sürü şarkı var… Şu anda aklınızda kaç tane şarkı var yeni çıkan kasetlerden? Etkili bir şarkı olursa muhakkak hayatınızda kalır. Yaşanan kısırdöngü şöyle: Şarkılar yapılıyor, sunuluyor, tüketiliyor, zaten internetten indiriyorlar ve bitiyor. O artık kişisel tercihlerine kaldı. Her şey fabrikasyona döndü. Bırakın Aşkın Nur Yengi’yi bir müzisyen olarak şunu hatırlatmak istedim: “Bakın böyle şarkılar da var ve bunlar çok kolay yapılabilen şarkılar değil.” Birazcık taşın altına elimizi sokalım diye düşündüm. Ben bir uyarıcıyım bu konuda. Ama benim gibi düşünen çok arkadaşım var. Bir de bakıyorum herkes benim şarkılarımla kaset yapıyor. Birisi klasik bir şarkımı söylüyor albüm yapıyor, birisi rock yorumluyor başka bir albüm yapıyor. Madem öyle ben de “Bu şarkıları 20 yaşımda söyledim. Aradan onca yıl geçti, şimdi o şarkılardaki sözleri daha iyi biliyorum. Ne anlattığını çok daha iyi anlıyorum. Şarkılar tekrar hatırlanma
hakkına sahipler” diyerek albümü yaptım.

Sizin döneminizdeki müzik algılarını, müzik beğenilerini bugünle biraz kıyaslamanızı istesem? Müzisyenler cephesinde bir fabrikasyon üretim var peki dinleyici cephesinde ne görüyorsunuz?
Dinleyici bence seçiciliğini kaybetti. Bu söylediğim “Aşkın Nur Yengi kaseti satmadığı için böyle konuşuyor” diye yorumlanmasın. Ben bir müzisyenim, her şeyi konuşma hakkına sahibim çünkü mesleğim bu. Eskiden insanlar için şarkıları kıymetliydi. Şarkılarını iyi bir sanatçıya söyletmenin hayalini kuruyorlardı.

Şimdi öyle bir şey yok. Kimin parası varsa o, şarkıyı söylüyor. Bu korkutucu bir manzara. Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Ben bir besteci olsam iyi bir yorumcuyla şarkımın arşivlik olabilme şansının çok daha yüksek olacağını düşünürüm. Ama iyi şarkı söyleyemeyen, sadece parası çok daha fazla olanlar bir besteye 40 bin dolar verebilir. Oysa bu paraya albüm bitiriliyor bazen. Böyle dengeler alt üst olunca bizim de söz söylemeye hakkımız oluyor. İnsanlar tercihlerinde özgürdür tabii. Ama hep mi aynı tarz kasetler satar? Hep mi aynı tarz insanlar, aynı şarkıları söyleyerek kendilerine kapı açmaya ve bütün yazı ayakta geçirmeye aday olurlar? Burada bir yerde bir yanlış var. Bu yanlışta da dinleyicinin çok ciddi bir rolü var.

1990’da ilk çıkan “Sevgiliye” albümünüz 2 milyon sattı. Albümün bu kadar satmasını neye bağlıyorsunuz? Piyasada nasıl bir açlık vardı da o kadar ciddi bir satış rakamı sağladınız?
Nilüfer’den 15 sene sonra ilk defa genç bir kız, yeni bir sesle geldi. Şarkılar da etkiliydi. Şarkıları sahne çalışmaları sırasında zaman zaman okuyor, olumlu geri dönüşler alıyordum. Ufak ufak yarışmalarda birincilikler de almıştım. “Bu kızda bir şeyler var, bir dinleyelim” derken, albüm çıktı. İnsanlar da müziğe aç, o zamanlar korsan diye bir problem olmadığı için de iyi bir satış yakaladı. Şu anda bizim en büyük sıkıntımız korsan zaten…

Yeni albümünüzde korsana karşı nasıl bir önlem aldınız?
Hiçbir şeyin önlemini alamıyorsunuz artık. Sadakat duygusuyla ilgili bir durum bu. Eğer sadakat duygunuz gelişmişse, almazsınız. Sadakat duygusu gelişmiş bir insanın emeğe ya da sanatçıya saygısının olacağını düşünüyorum. Ben 1990 yılında albüm çıkardığımda öğrenciler birbirlerine kasetten kasete çekiyorlardı.

Bu da bir nevi korsan tabii ki ama orada bilinen bir şey var ki öğrenci bunlar. Öğrencilerin sevgisi paradan çok daha önemliydi. Ama hepimize ağır şekilde darbe vuran İnternet ve korsan satışlar bunun kadar masum değil. Herkes işin ticaretine, uyanıklığına kaçtı, dengeler değişti. Zaten bir şey bozuldu mu tam bozuluyor.

Annelik sizin müzikal ruhunuzu nasıl besledi?
Repertuvar genişliyor tabii… Çünkü ninni öğreniyorsunuz. Nazlı’ya bana okunan ninnileri okumuyorum ama kelebekler kuşlar varken “Dandini dandini dastana” demek saçma geliyor. Küçük teyzesiyle birlikte kendimize göre besteler uyduruyoruz. Artık istek bile yapıyor bize. “Aydede” diyor, onu okuyoruz. “Mini mini” diyor, “mini mini bir kuş konmuştu”yu söylüyoruz. Sadakat duygusu en gelişmiş dinleyici o.

Tiyatro var, sinema var, diziler var. Sanat yelpazesini epey geliştirdiniz. Sonra ilerletmediniz…
Ziya Öztan’ın “Kurtuluş” adlı belgeselinde “Fikriye” karakteriyle başlangıcı yaptım. Arkasından da hep daha iyi ve farklı projeler bekledim. “Olacak O Kadar” teklifi o dönemde geldi. Farklı bir deneyimdi. Ardından “Kadıncıklar Müzikali” ile tiyatro geldi. Televizyon dizileri de oldu. “Cesur Kuşku”yu TRT için hazırladık. Gani Müjde’nin içinde olduğu “Bayanlar Baylar” dizisi oldu. Sinema filminde de Mehmet Ali Erbil’le “Ömerçip” adlı filmi yaptık. Bunlardan sonra da iyi bir proje gelmedi.

Harun Kolçak’la bir Türkiye Eurovision seçmelerinize katıldınız. Sizin katıldığınız dönemle bugünü değerlendirir misiniz?
Bir Onno Tunç bestesiyle ön elemelere Harun Kolçak’la birlikte katılmıştık. MFÖ ve Seyyal Taner de vardı. Biz sıfır aldık. Oysa ertesi gün bütün gazeteler Türkiye’nin birincisi “Haydi Söyle” diye yazmıştı. Sıfır demek, ortada hiç emek yok demek ve çok aşağılayıcı bir durum. Benim için sahiciliğini yitirmişti o an her şey. Zaten 16 yaşındaydım. O yıl Seyyal Taner bizi temsil etti. Eurovision da ilk zamanki heyecanını yitirdi benim nazarımda. Son zamanlarda politik sistemin bir parçası haline geldi. Birinci olan şarkılara bakıyorum da rock ve hard rock tarzlar ön plana çıkıyor, kostümler değişiyor. Bana sempatik gelmemeye başladı. Hatta ben bunun ürkütücü bir hal aldığını düşünüyorum. Artık yapmış olmak için yapılıyor. Kazanan ülkeye gelir sağlayan turistik bir formata dönüştü adeta. Bir de Eurovizyon amatörlerle başlayan
bir oluşumdu. Amatörlerin boy gösterme arenasıydı. ABBA, Celine Dion Eurovizyon’la şöhrete ulaştı. Bu yüzden profesyonellerin yarışmasına karşıyım ben. Amatörler arasındaki çekişmenin yarattığı ayrı bir sinerji vardı. Şimdi bütün bu çerçevenin kaybolduğunu düşünüyorum.

Mor ve Ötesi’nin parçasını nasıl buluyorsunuz?
Şimdilerde rock melodileri daha gündemde. Hatta rock ve oryantal iç içe.

Popstar Alaturka gibi yarışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz? Siz de bir yarışmada jürisiniz artık?
TRT’de yayınlanmaya başlayan “Altın Adımlar”a kadar bu tarz yarışmaların hiçbirinde jüri üyesi olarak yer almadım. “Altın Adımlar” format olarak da içerik olarak da diğerlerinden farklı. Burada amatör halk oyunları ekipleri yarışıyor. Üstelik yarışmanın iskeletini de kendi kültürümüz, geleneksel değerlerimiz oluşturuyor. Buradan birinci çıkacak ekipler “Sultan’s of the Dance”da dans edecekler. Yani yarışmanın sonunda ne albüm ne de maddi bir karşılık var. Üstelik biz bireyleri değil, 14 kişiden oluşan ekipleri değerlendiriyoruz. Bizde aslanların önüne atılma gibi bir durum yok.

Her şey fabrikasyona döndü. Bırakın Aşkın Nur Yengi’yi bir müzisyen olarak şunu hatırlatmak istedim: “Bakın böyle şarkılar da var ve bunlar çok kolay yapılabilen şarkılar değil.” Birazcık taşın altına elimizi sokalım diye düşündüm. Ben bir uyarıcıyım bu konuda.

Aşkın Nur Yengi’yle yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 9. sayısında (Mayıs – Haziran 2008) yer aldı. Türkşan Karatekin tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Diğer fotoğraflar, Aşkın Nur Yengi’nin arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır ve Orçun Peköz tarafından yapıldı.