bread

Sadık Gürbüz: Bir sevda türkücüsü

Yıllardır türkülere kendi özgün yorumuyla hayat veren Sadık Gürbüz, 70’li yıllardan itibaren çıkardığı albümleri 8 CD’lik bir arşiv serisi halinde yayımladı. Albümlerinin öyküsü, yasaklara, baskılara, yokluklara karşı devam eden 30 senelik bir sevda öyküsü…

70’li yıllardan bu güne kadar çıkan albümleriniz 8 CD halinde yayımlandı. Bu albümlere ‘benim harmanım’ diyorsunuz…
Bunlar profesyonel müzik yaşamıma başladığımdan bu yana uzunçalar olarak kaydettiğim çalışmalar. Sekiz tane yapabildim. Ben az üretim yapan biriyim. Yani ortalama üç yılda, dört yılda bir CD -o zaman uzunçalar ve kasetti- çıkartabildim.

80’lerde çok engellendiğiniz için böyle olmadı mı? Belki daha fazla üretebilirdiniz?
Engellemelerin çok etkisi oldu. Hem yönetimlerle sürtüşüyorsunuz hem hakkınızda olur olmaz, gerekli gereksiz davalar açılıyor. Sizin için “solcu işte” diyorlar. Böyle bir niteleme alınca da konser oranlarınız azalıyor. Sadece demokratik örgütler, kurumlar, dernekler, partiler sizi çağırabiliyor. Bu kazandıklarınızla hem yaşamınızı sürdüreceksiniz hem de bir tarafa biriktirip CD’nizi ya da uzunçalarınızı ya da kasetinizi yayınlayacaksınız. Bu koşullarda da bizim her sene bir çalışma yapmamız olanaksızdı. Çünkü arkamızda öyle güçlü firmalar, kişiler, kurumlar yoktu; tek başımızaydık. Ayrıca ben hiçbir kuruma yakın durmadım. Doğal sonuç olarak da ne İsa’ya yarandık, ne Musa’ya… Bu seçim güç bir yol seçimi fakat kesinlikle onurlu bir seçim. Gönlüm rahat, alnım ak, yüzüm pak; kimsenin bana diyecek tek bir sözü yok, tam tersi benim herkese söyleyecek çok sözüm var.

Müziğe sanıldığının aksine bağlamayla değil de Batı enstrümanları çalarak başlamışsınız. Neydi bu enstrümanlar?
Lise yıllarına geldiğimde mandolin ve keman eğitimim vardı. Tabii bölgemizde (Amasya), mahallemizde, kültürümüzden gelen Anadolu ezgilerinin yeri ayrı. Onlar kendiliğinden insanda yer ediyor. Ama tekniği öğrenmeye Batı müziği ile başladım. Yorumlama biçimim de Batı müziği tarzında oldu. Örneğin ben lisede türküleri mandolinle söylerken, bir öğretmenim “Ruhi Su’yu çok dinliyorsun herhalde?” demişti. Oysa ben Ruhi Su adını duymamıştım bile. Ancak üniversite için İstanbul’a geldiğimde kasetlerini dinledim, konserlerine gittim. Baktım, derya gibi bir adam.

Tanışmanız nasıl oldu?
Ali Taygun, Pir Sultan’ın yaşamı ile ilgili bir metin yazmıştı. ‘Sevdasıyla Kavgasıyla Pir Sultan Abdal’ adında bir müzikli gösteri hazırladık. Ben divan sazı ile birinci ses, rahmetli Veli Öztürk bağlamasıyla ikinci ses, Gülsen Tuncer de vokalleri ve ara şiirleri okuyordu. Bu gösteri Ruhi Su’nun kulağına gitmiş, bizi izlemeye geldi. O gece heyecandan ayaklarımız titredi. Sonra kulise gelip ‘Sizi cesaretinizden ötürü tebrik ederim’ dedi. O dönemde Türkiye’de, halk müziğinde çok seslilik alışıldık bir şey değildi. Sonra bir gün ‘Ruhi Su seni bekliyor’ dediler. Tabii büyük bir nimet. Fırladım gittim. Bir süre birlikte çalıştık.

Onunla çalışmak size neler kattı?
Ruhi Su benim öğretmenimdi. Önceleri yöntemimi, söylem ve yorumlama biçimimi ondan aldım. O da benden bir erkek Sümeyra (Çakır) yaratmak istiyordu. Ama ben opera sesi kullanmak istemediğimi belirttim. Ruhi Su, benim tiyatrocu yanımı bildiğinden bu yönümden de yararlanmamı, diksiyonum düzgün, söylediklerimin anlaşılır olması gerektiğini söylerdi. Ondan çok şey öğrendim. Ama bu kadar sene içinde tabii ki kendinize göre bir yol da çizmiş oluyorsunuz.

‘Pir Sultan Abdal’ nasıl bir tepki almıştı?
O dönemde çok sert eleştiriler almıştı çünkü halk müziğinde orkestrasyonun, çok sesliliğin kullanıldığı ilk çalışmadır. Şüt, gitar, bas, davul, yaylı tambur kullanmıştık. O albümde Süheyl Denizci, Çınar Alpay çalıyordu. Tuğrul Karataş’ın, Baha Boduroğlu’nun, Ergüder Yoldaş’ın, Ümit Erol’un katkıları çok oldu. Bir cesaretle yaptım. Belki de deli cesaretiydi.

Adınızı geniş kitlelere duyurmanız ‘Sevdadır’ albümüyle gerçekleşti. O günlere ilişkin neler söyleyebilir siniz?
İkinci albümüm ‘’Sevdadır’da (1978), Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Enver Gökçe, Arkadaş Z. Özger’in şiirlerini seslendirdim. Düzenlemeleri Tuğrul Karataş yaptı. ‘Bitlis’te Beş Minare’ türküsünü okuyarak gün ışığına çıkardım. Sabahattin Ali’nin şiirden bestelediğim ‘Benim Meskenim Dağlardır’ ve Ahmet Arif’ten bestelediğim ‘Adiloş Bebe’ bu albümdedir.

Üçüncü albümünüz ‘Ölüm Adın Kalleş Olsun’u da (1982) Ruhi Su beğenmeyince tekrar kayıt etmişsiniz?
Evet her şeyi Tuğrul (Karataş) ile yeniden kaydettik. Bu sefer de ‘Zahit Bizi Tan Eyleme’ diye bilinen Muhyi nefesini birkaç kez dinledi. Hoca, kendi söylediği bir türküyü bir başkasından dinlemeye tahammül edemezdi. Hiç unutmam bana ‘Deforme etmişsin ama böyle de olmuş’ demişti. Benim ona cevabım da ilginçti: ‘Hocam siz tekkeden aldınız, ben sizden aldım’. Hoşuna gitmişti böyle demem.

Sonra konser vermeniz yasaklanmış…
Evet 12 Eylül darbesi ile yasaklar, tutuklamalar, gözaltılar, yargılanmalar başladı. Söylediğimiz türküden yargılanıyorduk. Yargılama nedenine de “komünizm propagandasına nakıs teşebbüs” deniyordu. Bir hukukçu böyle bir iddiaya güler. Çünkü bilir ki propaganda ya vardır ya yoktur! Yani bunun teşebbüsü olmaz.

Bir hukukçu olarak böyle şeyler daha ağır gelmiştir.
Evet. Sabahattin Ali’nin şiirini besteledim diye yıllarca bizi uğraştırdılar. Mahkeme kapılarında süründürdüler. Bir de çalışma yasağı getirdiler. Konser yapamıyorduk. CD’lerimizi kasetlerimizi dağıtamıyorduk. İnsanların evinde kasetleri buldukları zaman gözaltına alıyorlardı. Sonra ilk konserimi 1986’da verdim. Dava açtık, kazandık ve konserlere başladık. Bu arada 1984’de ‘Gurbet Bize Yazgı mı?’, 1986’da da ‘Toprağım ve Sevdam’ çıktı. Bu albüm, türkülerin senfoni orkestrası eşliğinde okunmasından dolayı önemlidir. 120 kişilik Devlet Senfoni Orkestrası çalmıştı arkada. Yönetmenliğini Sarper Özsan yapmıştı. Türkiye’de bir ilktir.

O dönemde şehirli üniversiteli gençliğin türkülerle yakınlaşmasına katkıda bulunmuş mudur albümleriniz?
Bu bir iddia olur. Sadece benim değil, benim gibi çalışan başka arkadaşların da katkısıyla halk müziği daha bir boyut kazandı. Ben türküleri Anadolu sesiyle ama yöre gırtlağı kullanmadan, İstanbul diliyle söylemişimdir. Gençlerin türkülere sahip çıkıp sevmesinde bu yaklaşımın da payı vardır diye düşünüyorum. O yıllarda benim kasetler çok fazla dağıtılıyordu. Korsanlar da oluyordu, elden ele geçiyordu. Biz kasetlerden bir şey kazanmadık. Ama o sevgi, o beğeni kendisini hep göstermiştir.

Sonra 1995’te ‘Turna Telinden’ ile albümlere devam ettiniz…
Bu albümlerin içerisine genelde kendi çalışmalarımı ve derlediğim geleneksel türküleri katıyorum. ‘Turna Telinden’, benim türkülerimin daha ağırlıklı olduğu çalışmadır. Bu albümde Ahmet Koç ile çalıştım. 1997’de de ‘Umut ve Yaşam Türküleri’ çıktı. Sonra 2002’de ‘Yine O Sevda’ yayınlandı. Bu albümde bir değişiklik yaptım. Renkleri çoğalttım. Farklı düzenlemeci arkadaşlarla çalıştım. Ahmet Koç, Cebrail Kalın ve dünya çapında bir kemancı ve çok iyi de bir düzenlemeci olan Cihat Aşkın. Cihat Aşkın ‘Neredesin Yar’ı düzenledi. Önce sadece keman çaldı. Ama sonra Ercan Irmak’ın neyini, Engin Gürkey’in bendirini ekledik. Albümde ayrıca Arguvan uzun havası (‘Nedendir de Suna Boylum’) ve Erdal Erzincanlı ve Cebrail Kalın’ın birlikte düzenledikleri bir semah var (‘Sahibini Arayan’).

Müziğin yanı sıra oyunculuk da devam etti. Film ve dizilerde de oynadınız..
‘Köpek’, ‘Mizi’ en son da ‘Dudaktan Kalbe’ dizisinde oynadım. Sinemada ‘Cemalım’ diye bir filmde oynadım. Ama pek bilinmeyen bir filmdi. ‘Eve Giden Yol’ ve ‘Mavi Gözlü Dev’de konuk olarak yer aldım.

Ama tiyatrodan koptunuz?
Tiyatrodan kopamazsınız ama yaşam öyle gerektirmişse bir dönem uzak kalıyorsunuz. Birkaç sene önce Şehir Tiyatrosu Haşmet Zeybek’in yazdığı ‘Düğün ya da Davul’ oyunu için yeniden çağırdı beni. Oyunun müziklerini yeniden yaptım ve ‘En İyi Oyun Müziği Ödülü’ aldık. Hayatımın tek ödülü o oldu. Tiyatro hala çok istediğim bir şeydir. Filmlerde, dizilerde oynamam da tiyatro hasretinden kaynaklanıyor.

Bu sekiz CD’ye şöyle geriye dönüp baktığınızda, ne görüyorsunuz?
Koskoca bir sevdayı görüyorum. Başlayan, bitmeyen. Bu sevdanın türküleşmesidir belki benim türkülerim. Türkülerimin dizisi zaten sevda ve gurbet türküleriydi. Ben sevdanın türkücüsüyüm. Bütün türkülerim sevdayı anlatır. İnsana sevdayı, ülkeme sevdayı, memleketime sevdayı, sevdalıma sevdayı, çocuğuma sevdayı… Kavgam da sevdamın kavgasını içerdiği için, o da sevda türküsüdür.

Ben türküleri Anadolu sesiyle ama yöre gırtlağı kullanmadan, İstanbul diliyle söylemişimdir. Gençlerin türkülere sahip çıkıp sevmesinde bu yaklaşımın da payı vardır diye düşünüyorum.

Sadık Gürbüz’le yapılan bu söyleşi, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 8. sayısında (Mart – Nisan 2008) yer aldı. Esra Okutan tarafından gerçekleştirilen söyleşinin fotoğraflarını Teoman Gürzihin çekti. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.