bread

Aysel Gürel’in ardından: Şiir, ölüm ve mavi çaydanlık…

Bir gün tanımadığınız ama hayatınızı kaplamış bir insanın ölüm haberini duyarsınız, ince bir sızı hissedersiniz başta, şaşırırsınız ve sonradan sonradan koymaya başlar yokluğu… Aysel Gürel’in ölümü, bu satırların yazarına tam da bunları hissettirdi işte.

Elimizde oldukça eski ama dönemine göre lüks kağıda basılmış bir kitap var: 1970 yılına ait “SES Sanatçılar Ansiklopedisi”. Şevket Rado’nun bilhassa ‘60’larda cemiyet hayatının nabzını tutan mühim dergisinin bir hizmeti. Pek çok tanıdık isim var ama biz 148. sayfaya odaklanıyor ve Aysel Gürel maddesine göz atıyoruz: “Tiyatro sanatçısıdır. Denizli’de doğdu (7.2.1929). 2 kardeşi vardır. Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okudu. Halen duldur. Müjde (1954) ve Mehtap (1958) adında iki çocuğu vardır. Aysel Gürel’in sahne hayatı ‘Romeo ve Juliette’ piyesiyle başlamıştır (1940). Halen Nejat Uygur Tiyatrosu kadrosunda olan sanatçının rol aldığı oyunlardan bazıları şunlardır: ‘Generalin Aşkı’, ‘Leyleğin Ömrü’, ‘Bana Çiçek Yollama’, ‘General Çöpçatan’, ‘Cibali Karakolu’, ‘Oskar’, ‘Şaşkın Diktatör’, ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’…” Ansiklopedi bir ekibin elinden çıkmış; tiyatro maddelerini de Yavuz Turgul ve Ayşe Azizoğlu yazmış. Dile kolay, otuz yıllık bir tiyatrocuyu böyle kuru bir maddede anmak elbette tuhaf ancak bunu ansiklopedinin kalabalıklığına vermek gerek. Belki de Aysel Gürel tiyatro alanında pek varlık göstermediği için bunca kuru yazılmış bu madde. Her ne olursa olsun, bu kaynakta onun adına hem de asıl işinden bağımsız bir kariyerde rastlamak enteresan.

AYNI YAŞTA KALANLAR
Lafı dolandırıyoruz belki ama bu, biraz da ne yazacağımızı bilmediğimizden. Hani hiç ölmeyecek sandığımız insanlar vardır. Hep yaşarlar ve hep aynı yaştadırlar. Yıllar geçer, bizim görüntümüz değişir, boyumuz uzar, saçlarımıza ak düşer ama onlar yine aynı yaşta kalır. Öldüklerinde bir anda anlarsınız ki ölüm denilen şey ziyadesiyle gerçek! Kimi zaman çok yakınınızın ölümü bile bu kadar etki bırakmaz üzerinizde. Bir gün tanımadığınız ama hayatınızı kaplamış bir insanın ölüm haberini duyarsınız, ince bir sızı hissedersiniz başta, şaşırırsınız ve sonradan sonradan koymaya başlar yokluğu…
Aysel Gürel’in ölümü, bu satırların yazarına tam da bunları hissettirdi işte. İzninizle lafı devralayım ve bu noktada hissettiklerimi anlatmaya çalışayım… Yılın en karlı gecesinde, oğlan kediyi veterinere götürmüş, “Tansaş’ta kabak oyacağı var mıdır?” şeklinde günlük sorunlarla boğuşmuş, Mor ve Ötesi’nin Eurovision şarkısını bilmem kaçıncı kez dinlemiş, televizyonun antenini engelleyen kalem kutusuna sinirlenerek onu yere atmak suretiyle cezalandırmışken annem telefon etti. Telefonu zamansız çaldırıyorsa pek hayırlı haber vermez. Yine aynısı oldu ve Aysel Gürel’in öldüğünü söyledi. Sonra, bir “son dakika” haberi belirdi televizyonda: Aysel Gürel’in çok değil on gün önce kutladığı doğum gününden enstantaneler eşliğinde verildi ölüm haberi. O an ince bir sızı duydum ve hızla geçmişe döndüm. Kim bilir ne zaman nasıl haberdar olduğumu, Aysel Gürel adını ilk ne zaman duyduğumu hatırlamaya çalıştım; olmadı. Adını illa ki bir Sezen Aksu kasetinde görmüşümdür ilk, diye düşündüm. Sonra üç şarkı geldi aklıma, hızla: Ayşegül Aldinç’in söylediği “Gözlerin Su Yeşili”, Sezen Aksu’nun “Hasret”i ve Neco’nun söylediği, çocukluk yıllarımı (niyeyse) hüzünlendiren “O Şarkıyı Henüz Yazmadım”… Sonra sekiz yıl öncesine gittim: 2000 yılında TRT’ye hazırladığım “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı belgesel için Aysel Gürel’i aradığım geldi aklıma. Biraz da benim acemiliğimden kaynaklanan gerilimli bir telefon konuşması yapmıştık ama heyecanlanmıştı. Sonra evine gittik: Çekmeceler dolusu tuhaf obje arasında sürekli değiştirdiği peruklarıyla bir çocuk gibi karşılamış ve uğurlamıştı bizi. O “deli” görüntüsünün altındaki incecik insanla ilk o gün karşılaşmış, sonrasında daha bir sever olmuştum. Hastaneye kaldırıldığında üzülmüştüm ama kondurmuyordum bu sonu. Her zamanki gibi yine kırar şeytanın bacağını da çıkar, diye düşünürken o karlı ve fena kış gecesine geldik işte… Soğuktu, üşüyorduk ama bu haberi aldıktan sonra daha bir ürperdik.

“Ama ne kadındı! Yaşlılığı ve cinselliği bir arada tutmak bir defa, çokça kabul gören bir şey değil bu devirde, bu topraklarda. Bir kadının bunu başarması, büyük meziyet. Herhalde en çok bunun için teşekkür edilmeli ona. Bir de şarkı sözlerinden, yetiştirdiği kızlarından, yaydığı neşeden, kıyafet devriminden dolayı…”

ŞARKILARLA AYSEL GÜREL PORTRESİ
Bu yazı iki türlü yazılabilirdi. Onun cümlelerini art arda sıralamak, aralara da hayatının dönemeçlerini serpiştirmek mümkün. Ancak bu, işin kolayına kaçmak olur. Biraz daha zihnimizi kurcalayıp, yine de şarkılarından uzaklaşmadan kendimizce bir Aysel Gürel portresi çizmek bir başka yöntemdi; biz onu seçtik. Zaman zaman kendimizden söz edeceksek, bundan. En kolayından başlayalım anlatmaya: Dillerde dolanan, kimi artık bir şehir efsanesine dönüşmüş Aysel Gürel hikâyelerinden… “Sevgililer gününde ne yapacaksınız?” sorusuna “mastürbasyon” cevabını verdiği, evinden arayan münasebetsiz bir muhabire “şu anda sevişiyorum, daha sonra arayın” dediğini duymuşsunuzdur. Cinsel kimliğini “otoseksüel” olarak tarif eden, “dünya üzerindeki bütün kızlar benim kızım, bütün erkekler sevgilim” cümlesini kuran, “hangi takımı tutuyorsunuz?” sorusuna “kocamın takımlarını!” cevabını veren, çöp kamyonuna otostop çeken ve okuldan geç dönen kızını arkadaşlarının önünde eteğini açarak karşılayan ve “bir daha geç kalırsan daha fazlasını da yaparım” diyen de o. En azından bunları yaptığı rivayet edilen… Şu lafı söylemişliği de rivayet olunur: “En iyi şiirlerimi orgazm sonrasında yazıyorum, çünkü orada ulaştığım yerden daha ileri bir nokta yok”. Hayata dönelim ve EkşiSözlük’ten onunla alakalı bir anı aktaralım: “Üniversiteye gidiyordum. Bir kız arkadaşımla Odakule’de, ara sıra çocukların keman çaldığı o arada, kenara, yere oturmuştuk. Bir de baktık İstiklal tarafından geliyor. Uzun renkli bir etek, şapka ve kocaman gözlüklerle… Geldi geldi, eğildi ve çok sakin bir şekilde ‘Taşa oturmayın, çocuğunuz olmaz” dedi, gitti. Bakakaldık arkasından.” İşte böyle biriydi, Aysel Gürel. Esasen bütün bu sözleri kapsayan tek bir cümlesini anmak onu anlatmak için yeterli: “Ben Türk kadınının bilinçaltıyım” Kolayından başladık ya, sonrası zor. Mazhar’ın o meşhur dizesini analım: “Nerden başlasam, nasıl anlatsam…” Tam da böyle bir hal içerisindeyiz aslında. İyisi mi Merve Erol’dan yardım alalım. Aysel Gürel’in ölümünden sonra, 23 Şubat 2008 tarihli Radikal Cumartesi’ye yazdığı o leziz yazıda şunları söylüyor: “Ama ne kadındı! Yaşlılığı ve cinselliği bir arada tutmak bir defa, çokça kabul gören bir şey değil bu devirde, bu topraklarda. Bir kadının bunu başarması, büyük meziyet. Herhalde en çok bunun için teşekkür edilmeli ona. Bir de şarkı sözlerinden, yetiştirdiği kızlarından, yaydığı neşeden, kıyafet devriminden dolayı…” Erol, şöyle şahane bir tespit yapıyor yazısında: “Mesela, operadan veya resimden Semiha Berksoy’un, edebiyattan Sevim Burak’ın poptaki izdüşümü gibi. Onlar gibi ‘cumhuriyet kadını’, ama ne modernlik ne kadınlık kabına sığanlardan. Ya da, o kabı layıkıyla dolduranlardan. Onlardan farkı, gençliğin geçer akçe olduğu bir âlemde yaşaması. Bu, işine de geliyordu herhalde.” Ama en önemlisi, galiba şu: “Pıtrak gibi açan genç şarkıcılara da sözlerini verdi Aysel Gürel. Artık sözler kesin, kısa, sloganları yakalayıcı olacaktı, hikâye anlatmak gibi bir kaygı şart değildi, her şarkı herkese giderdi. Kendi de bu formülü uyguladı, ama anlatım
kaygısına, kelimeye saygısını da galiba yitirmedi.”

YONCA EVCİMİK’LE POP’U PATLATTI
Buradan sözü kapıp devam edelim. Aysel Gürel’in plaklaşmış ilk şarkı sözü, Güzin ile Baha’nın “kovaladıkça kaçan ateşböceğim misin” dizesiyle meşhur “Gençlik Başımda Duman”ı. Sonrasında birkaç plakta imzasına rastlıyoruz ama hayatımıza asıl girişi Sezen Aksu şarkılarıyla oluyor. Aksu külliyatındaki “esas” şarkılarının sözleri hep onun: “Firuze”den “Sen Ağlama”ya, “Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam”dan “Değer mi”ye… Ama galiba yazdığı en güzel sözlerden biri “1945”. Onno Tunç’un bestesi Eurovision’da yarışmış ancak memleketi temsile hak kazanamamıştı. İyi ki de gitmemiş; bozgunla geri dönseydi bu şarkıyı muhakkak unuturduk. Şimdi, Sezen Aksu’nun (belki biraz kıyıda kalmış ama herkesin bildiği) en mühim şarkılarından. Sezen Aksu demişken onun Zülfü Livaneli’nin “Gökyüzü Herkesindir” albümüne konukluğunu ve seslendirdiği şarkının (“Sürü” Şlminin ana teması üzerine yazılan “Sürgün”) sözlerinin Aysel Gürel’e ait olduğunu unutmayalım ve devam edelim: Attila Özdemiroğlu ile yaptığı “Firuze”, giderek arabeskleşen ortama pop cenahından yapılmış bir katkıydı: “Arabeskse onu da biz yaparız” şeklinde bir başkaldırı belki de. Ardından Onno Tunç’la yaptığı “Sen Ağlama” geldi. Bunlar hazırlıktı; bir sonraki adımda “pop” patladı! Bu kez besteci Garo Mafyan, yorumcu Yonca Evcimik; şarkı ise malûm, “Abone”. Hemen ardından Onno Tunç’la yaptığı “Hadi Bakalım”la “Abone”nin üzerine kanırtılması zor bir cila çekti ve bu iki şarkı günümüzün pop ortamını yarattı. Bu kadar da mühim bir insan, Aysel Gürel. Sonrasını Merve Erol anlatmıştı zaten…

KENDİ BİLDiĞİ GİBİ YAŞADI
Memleket popunda fırtına gibi esen kadın şarkı sözü yazarlarına bakalım: Kıdem sırasına göre Fikret Şenes, Ülkü Aker ve Çiğdem Talu’yu “üç büyükler” olarak anabiliriz. Aysel Gürel’in (biraz geç) katılımıyla bir masanın dört ayağı gibi pop müziği sırtladı bu isimler. Bugünkü ortamın sağlamlığı biraz da bundan. En berbat pop şarkılarında bile kimi zaman bu dörtlünün şahane sözlerine rastladık. Her birinin hikayesi, anlattıkları ayrıydı ama içlerinde en çok insana ulaşan Aysel Gürel oldu. Bunda etkili olan herkese şarkı sözü vermesi değil elbet: İnsanların duygularını en yalın şekilde anlatması asıl neden. Aysel Gürel’den söz ederken şunu asla unutmamamız gerek: O, kendi bildiği gibi yaşadı ama aslında hiç oynamadı. Evet, kendince yarattığı kostümler, dekorlar ve mizansenler vardı ama bütün bunların altında yatan Aysel, aslında hepimizin yakınında bulunan Ayşe, Fatma, Canan, İlknur veya Aylin’den farksızdı. Onları sevdiğimiz kadar sevdik biz Aysel’i çünkü onlar kadar bize yakındı. Kimi zaman anne, kimi zaman kardeş, ama çoğu zaman sevgili oldu bize ve hatta (cinsiyet farkına rağmen) kendimizi bulduk onda. İşte bunun içindir ki Aysel Gürel, hayatımıza ziyadesiyle etki eden baskın bir figür. Sözün burasında Ece Temelkuran’a bırakalım kalemi ve 29 Şubat 2008’de Milliyet’te yayınlanan “İnsanı nasıl delirtirler Aysel?” başlıklı yazısından küçük bir bölüm alalım buraya: “Ben seni tanımazdım Aysel. Sen beni hiç bilmezdin. Doğrusu şu ki kendimi sana yakın da hissetmezdim. Aysel, ne yalan söyleyeyim, sen delinin tekiydin. Ben deli olmaktan fena halde korkan biriyim. (…) Şimdi burada olsan Aysel, benim arkadaşım olsan. Seninle sokaklara çıksak, şaka sansalar bizi. Umurumuzda olmasa dönüp dönüp bakanlar. Dönüp dönüp bakanlara dil çıkarsak, şaşı yapsak gözlerimizi. Sen daha iyi bilirsin, bir şeyler yapsak işte. Bildiğimiz gibi yapsak her şeyi. Hiç kitabına uymasak. Uyduramasalar bizi. Biz yeni bir kitap yazsak, şaşıp kalsalar.”

‘YÜRÜMEK İSTEDİĞİMİZ GİBİ YÜRÜSEK’
Kitap demişken, iki de şiir kitabı olduğunu hatırlatalım Aysel Gürel’in: Kaplan Kozanoğlu ile birlikte yazdığı kitabın adı “Şiir… şimdi”. Kasım 2003’te yayınlanmış. İlk kitap ise Mart 1997 tarihli ve “Senin İçin Sana Değil” başlığını taşıyor. Kelebek Yayınları tarafından “Marjinal Yazarlar Dizisi” dahilinde basılmış! Kitabın Serdar Ortaç’a ithaf edildiğini hatırlıyoruz. O zamanlarda ona olan aşkından söz ediyordu sürekli. Hatta bir şiirinde şunu da söylüyor: “Senin bakir ve genç vücuduna böyle kirli bir duygu yüklemesi yaptığım için beni affet!” Serdar Ortaç, bu dize üzerine “Bu cümleyi düşünüyorum da, ben bir kadına hiç buna benzer bir şey hissetmemişim. Ortamların bize getirdiği ucuzluk bizi esir etmiş durumda”, demişti. Ortaç, 20 Temmuz 2002’de Radikal gazetesinden Şebnem İyinam’a verdiği söyleşide Aysel Gürel bahsi açıldığında şunları söylüyor: “… Aysel’den öğrendiğim şeyler var. Fakat yine de tam anlamıyla uygulayamadığımın farkındayım. Aysel ‘İnsanları olduğu gibi kabul et, onların içinden ne geliyorsa saklamamaları için gayret göster’ der. ‘Etrafına çizdikleri setleri onların aşmasını bekleme, sen girmeye çalış’ der. Aslında bu gibi şeyleri hayatıma uygulayabilseydim, bugün kendimle daha barışık, mutlu, huzurlu olabilirdim. Bırakırdım yürüyüşümle alay etsinler, ben yürümek istediğim gibi yürürdüm caddelerde. Akmerkez’de ekibimle değil, belki de bir cüzdan bir de kız arkadaşımla gezinebilirdim rahatlıkla. Hâlâ yukarı çıkıp uyuyana kadar, belki de 24 saat oyun oynamak zorundayım… Belki gördüğüm rüyalarda bile oynuyorum, o yüzden net değilim. Sizinle konuşurken bile kuralları düşünüyorum. 30 yaş sınırındayım, belki kırklara geldiğimde becerebilirim.” Bu sözlerden sonra Müjde Ar’ın imrendiğimiz doğallığının, aslında annesinin izinden gitmesi sonucu oluşmuş olduğunu söylemek çok da abes olmaz herhalde. Kızına ideal terbiyeyi vermiş bir anne ile karşı karşıyayız hem de.

“Ben hiç yalnızlık hissetmiyorum. Aslında tek başıma çok kalabalığım.”

TEK BAŞINA DA KALABALIK
Aysel Gürel hakkında yazılacak şey çok. Bir sürü yerden alıntı da yapabiliriz. Örneğin Deniz Durukan’ın yaptığı söyleşi. Bakın neler diyor orada, değişik mevzularda: “İki ayrı Aysel Gürel var. Biri perukasını takar, makyajını yapıp delimtrak hareketlerle ilgi çeker ve lafı patlatır. Sabah kalktığında kapıyı çekip Amerika’ya gidebilecek bir Aysel. Bağsız, özgür bir kadın. Diğeri de öğretmen kimliğinde, kültürlü; bunu çekinmeden söylüyorum çünkü kültür Türkiye’de tamamen dibe vurdu. Alfabeyi okuyana, internetin başına oturup yazan çizene ne kültürlü diyorlar. Kültür sonsuza kadar okumaktan geçer. Maalesef bizim sektör bu konuda çok zayıf insanlarla dolu. Müzik, Türkiye’de geri kalmışlığın sembolü oldu. (…) Türkiye’de şarkının, müziğin yerini bacak ve kalça aldı. Bunlar kötü demiyorum, bunlar çok güzel, cici, eğlendirici kızlar. Şarkı söylediklerini zannediyorlar, bu da bir gayrettir, söyleye söyleye otuz sene sonra belki öğrenirler.” Bu söyleşiden öğrendiğimiz, Aysel Gürel’in Ahmet Hamdi Tanpınar’ı çok sevdiği: “O benim hocamdır. Onlar yüz senede bir gelen insanlar. ‘Su, mermer ve yeşil ve ölümsüz ilkbahar’ hocamın şiiriydi, ya da ben etkilenip yazmışım, hatırlamıyorum. Benzerlikler şair için yararlıdır. İlk şiir modellerini okuduğu zaman ona benzer şeyler yazar. Ama kendi üslubunu bulmamış bir şaire, şair diyemeyiz. Ben de çok bocaladım, kimi zaman Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Pablo Neruda oldum. Ta ki kendi şiirimi bulana kadar. Çünkü şiir duvarı çok geç ve güç örülüyor. Bir şarkıyı dinlediklerinde bu Aysel Gürel’in sözleri diyebiliyorlar, bu benim için çok önemli. Şarkılarımdan çok bu üslubu oturtmak bana gurur verir. Ama ticari şarkılar yapmıyor muyuz? Yapıyoruz. Sanatçı öyle bir şey istiyorsa yapıyorsun. Bu da işin işportası.” Söyleşiden son bir cümleyi aktaralım: “Ben hiç yalnızlık hissetmiyorum. Aslında tek başıma çok kalabalığım.”

ÜNZİLE’DEN GÜNÜMÜZ KARDELEN’LERİNE
Yazıyı nihayetlendirmeden son bir alıntı yapalım. Tolga Akyıldız, 23 Şubat 2008 tarihli Hürriyet’te şunları yazıyor ve hislerimize tercüman oluyor: “Aysel Gürel’in arkasından ne yazacağımı bilemedim. Hiçbir şey yazmazsam da mutsuz olacağımı çok iyi biliyorum. Birileri için çılgın yaşlı kadın, bazıları için Sezen Aksu’nun büyük hitlerine değer katmış bir sözcük ustası, diğerleri için Müjde ve Mehtap Ar’ın annesi olabilir. Benim için Aysel Gürel, bu dünyanın elbiseleri içindeyken tanışma fırsatı bulamadığım, ama her türlü zaman boyutundan bağımsız olarak dostum olarak gördüğüm bir kadındı. Onu tekrar gördüğümde içindeki renkleri bu denli güzel gösterebildiği için teşekkür etmeyi ihmal etmeyeceğim. Diyeceğim ki; insan ‘Ünzile bir insan dölü’ diye yazabiliyorsa bir şiirin ilk dizesine ve o şiir bir şarkıya binip bunca kalbe dokunabiliyorsa, sen zaten insan değilsin ablacığım, başka bir şeysin…” Sözü daha uzatabiliriz elbette. Söz etmediğimiz o kadar çok şey var ki: “Bendeniz Aysel” dizisi, Filmleri, Deniz Akkaya’ya dönüştüğü bonus reklamı ya da Aysun Kayacı’nın amirini oynadığı son reklam filmi, televizyon programlarında yaptıkları, gazetelerde “skandal” olarak anılan hareketleri, yakınlarda yayınlanacak (ve adının “Vefa” olması düşünülen) saygı albümü ve hatta Selim İleri’nin Aysel’li hatıraları… “Ünzile”den günümüzün “Kardelenler”ine uzanan ve kadın duyarlılığını yansıtan tavrı ve elbette şarkılarını da unutmamak gerek. Ama yerimiz dar. Zaten ziyadesiyle laf ettik ve hatta sözün tıkandığı yerde başkalarının duygularını aktardık. Yazının sonunda yine sözü alayım ve çok özel bir şarkıyı anayım: “Gözlerin Su Yeşili”, beni duyduğumda etkileyen şarkılardan birisidir ve bitmek tükenmek bilmez Ayşegül Aldinç sevgimin de başlangıcıdır. Müziğini Timur Selçuk’un yaptığı bu şarkı memleket popunun yüz akı olmakla kalmaz, şarkı sözü denilen şeyin ne kadar etkili olduğunu da bize gösterir. İçimizi kavuran “mavi çaydanlık” imgesi bir yana, baştan sona çok etkilidir sözleri. Son noktayı, bunun için o sözlerle koyalım: “Birdenbire çıkıverip gel / Şaşırsın kalbim sesimden önce / Ne güzel olur, bilsen ne güzel / Çıldırırırm ben seni görünce // Önce yokluğunu anlatırım sana / Sonra geçer aynaya süslenirim / Sobada mavi bir çaydanlıkla / Sana sıcak bir çay demlerim // Saçlarımı alırsın avucuna / Gözlerin yine öyle su yeşili / Akar durur ruhuma…” Aysel Gürel’i çok özleyeceğimiz muhakkak. Biliyoruz ki sonunda aynı yere gideceğiz ve orayı neşesiyle çoktan ele geçirmiş olduğunu göreceğiz. O güne kadar “Hoşça kal”, demek ve şarkılarından söz ederken adını hayırla anmak boynumuzun borcu.

Ama kendi üslubunu bulmamış bir şaire, şair diyemeyiz. Ben de çok bocaladım, kimi zaman Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Haşim, Pablo Neruda oldum. Ta ki kendi şiirimi bulana kadar. Çünkü şiir duvarı çok geç ve güç örülüyor. Bir şarkıyı dinlediklerinde bu Aysel Gürel’in sözleri diyebiliyorlar, bu benim için çok önemli.

Murat Meriç tarafından kaleme alınan “Aysel Gürel’in ardından: Şiir, ölüm ve mavi çaydanlık…” adlı bu yazı, Tetra İletişim tarafından, Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) için üretilen “Mesam Vizyon” dergisinin 8. sayısında (Mart – Nisan 2008) yer aldı. Yazıda kullanılan görseller, Murat Meriç’in arşivinden edinildi. Sayfa tasarımı ve uygulaması Didem İncesağır tarafından yapıldı.