bread

İyiliğin türküsünü söylemek istedim

Türk edebiyatının yaşayan ulu çınarı Yaşar Kemal’e, 29 Haziran günü yapılan törenle Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora unvanı takdim edildi.

Boğaziçi Üniversitesi çok özel bir gece daha yaşadı… Edebiyatımızın yaşayan en büyük isimlerinden Yaşar Kemal’in fahri doktora unvanı aldığı törene camiamızın yanı sıra kültür ve sanat dünyamızdan da büyük bir ilgi vardı. Rektörümüz Prof. Dr. Kadri Özçaldıran’ın açılış konuşmasında belirttiği gibi sözün büyük ustasının karşısında susmak ve ona kulak vermek lazımdı. Biz de öyle yapıyoruz ve söz sanatının büyük ustası Yaşar Kemal’in “arkadaşlarım” dediği dinleyicileri ile paylaştığı ve bazı yerlerinde “bunu ilk defa söylüyorum” dediği konuşmasını sizlerle paylaşıyoruz.

“Sevgili Dostlar,
Beni bu doktorayla onurlandıran Boğaziçi Üniversitesine teşekkür ederim.  Buraya kadar gelerek beni onurlandıran dostlarım da sağolsunlar.
Folklor ve etnografya araştıran bir bilim adamı olmayı çok istedim.  O olanağım olmadı, ama büyük şanslarım oldu.
Biz Cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosunun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik.  Halkevleri, Köy Enstitüleri bize yardım etti.
Edebiyata gelince, ben edebiyata çocukken başladım. Benim köyüm 1865 yılında bir isyandan sonra yerleştirilmiş göçebe Türkmenlerin köyüydü.  Benim çocukluğumda bu köye çok aşıklar, destancılar gelirdi.
Bütün Çukurova’da aşıklar, destancılar dolaşırdı. Ben destancılara çok meraklıydım. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım,  ki karşılaşmam tesadüftür,  bir destancı olurdum.
Köye bir destancı gelince ben onun yanındaydım. Çıraklığını yaptığım Çukurovanın büyük gezginci destancılarından öğrendiğim destanları Toroslarda köy köy dolaşarak anlatır, bir yandan da ağıtlar, büyük halk şairlerinden şiirler toplardım.
Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. Bana katılan iyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin bana az katıldığı köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu.
Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar kırk bin yıl su altında kalmış çakıl taşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir.
Yazılı edebiyat ise bambaşkadır. Karşında kaleminden, kağıdından başka hiç kimse yoktur. Ne ses, ne karşında insanlar, ne beden hareketleri, hiç bir şey yoktur.
Sözlü edebiyat,  her zaman, 20. Yüzyıla kadar diyelim,  yazılı edebiyatın özsel kaynağı olmuştur.  Çağımızda halk sanatının üstünde gereğince durulmaması, folklorun salt bir bilim dalı sanılması çağımız kültürüne epeyce zarar vermiştir.
Sözlü edebiyat bugün de birçok biçim ve anlatımla karşımızda,  Gılgamış, İlyada, Odysseia, Manas, Dede Korkut,  Şahname.  Biz Türkiye yazarları çok talihliyiz aslında, bir yanda Homeros, Nazım Hikmet,  Aşık Veysel, Orhan Veli, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Sait Faik,  bir yanda da Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gogol, Faulkner elimizin altında.
Bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Her yeni oluşum eski zincirin son halkasıdır. Örneğin, bugün mitolojiyi, on dokuzuncu yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Her çağın insanı, klasiklere kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla büyük klasikleri zenginleştiriyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak destanları, klasikleri yeniden yaratıyoruz.
Türkiye’de  halk ürünlerine karşı olumsuz tavır epeyce abartılmıştır. Bunun da sebebi var, Cumhuriyet çağında  Osmanlı kültüründen koparak Anadolu diline, kültürüne dönerken aşırılıklar yapıldı.  Büyük halk sanatı ürünlerine sırtımızı dönmemize bir sebep de bu ürünlere bir kısmımızın abartılı yaklaşımı olmuştur. Örneğin, şiire bakarsak, köklü bir halk şiirimiz var, büyük halk şairlerimiz var. Halk şiirini bir kaynak sayacağımız yerde ona bir kısmımız öykündü. Öylesine öykündüler ki, ortaya bir sürü kötü şair çıktı. Oysa sözlü edebiyatlar her dilin yazılı edebiyatını etkilemiştir.
Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Dickens de Benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i,  Kafka’yı, klasikleri, hem batı hem de doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?
Ben destan, masal dilinden geliyor, dilin ne kadar büyük bir güç  olduğunu biliyordum. Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dili yaratmak zorun¬dadır. Kendine has dili olmayan bir roman güçlü bir roman olamaz. Bu dil halkın dili de olamaz, destan, masal, şiir dili de olamaz. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı anlatımınki bambaşkadır. Yazarken bu¬nun farkına vardım. Uzun romanları yazarken de başka bir şe¬yin farkına vardım, dilin yapısı da romanın biçimini, içeriğini etkiliyordu.
Dostoyevski, Budalasında, “insanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir,” diyor. Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu açlıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç nedir?
İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır.  İnsanoğlu  ölüme, yoksulluğa karşı,  açlığa,  doyumsuzluğa karşı,  mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla,  sevgileriyle  yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır.  İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar.  Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır.Benim romanlarım bu  temellere dayalıdır.
Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken… Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratıp onlara sığınıyoruz.
Ben de kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor .
Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız.
Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir romanın içine oturur.  Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne.  Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar.  Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.
Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır.  Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler topluma bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar,   insanları birer obur canavar haline getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu isteyenler için bir tehdittir.  Onun için de romanı,  bestseller denilen bir yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Roman böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler.  Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan,  insan gibi yaşamayı özler,  değerlerine sahip çıkar.
Türk edebiyatında büyük yıldızlar vardır. Hikayeci Sait Faik de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından tanıyordum. Bir gün bana “gel seninle edebiyata getirmek istediklerimizi anlatalım” dedi.
Ben de “iyi olur anlatalım” dedim.
“Başlayalım öyleyse”.
“Başlayalım” dedim.
Ve başladık:
“Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin.  İnsanları asimile etmeye can atan devletlere,  hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.”
Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler zulümler bitmiyordu. Sonunda “bizim kitaplarımız ,“demeye başladık, “eninde sonunda biz iki yazarız. Bu kadar savaşı, zulmü bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki”.
“Kaldıramaz,” dedim.
Sait:
“Dur,” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız kalmayacak” dedi. “Nazım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar onu da okuyacak.”
Ben “Melih Cevdet de var,” dedim,  “Orhan Kemal de”.
Sonra çok insan çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık.
Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben “angaje”,  bağımlı  bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım.
Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim.  Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.  İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.

Yaşar Kemal
Boğaziçi Üniversitesi
29 Haziran 2009”

Yaşar Kemal için Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen fahri doktora törenine ilişkin bu haber, Tetra İletişim tarafından, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) için üretilen “Boğaziçi” dergisinin 142. sayısında (Temmuz – Ağustos 2009) yer aldı. Etkinlik fotoğrafları Teoman Gürzihin tarafından çekildi. Konunun sayfa tasarımı ve uygulaması Nur Ayman Çakmak tarafından yapıldı.